9 Mayıs 2021 Pazar

Bizden Musk Neden Çıkmaz?

Geçenlerde İnovasyon ve Girişimcilik adlı bir kitap okudum. Kitabın yazarı da Peter Drucker girişimcilik ve şirket yönetimi konusunda oldukça tecrübe bir isim olunca kitap daha da ilgimi çekti. Zira uzunca bir süredir ileride kendi işimi kurma düşüncesine sahibim, bu nedenle başarılı bir girişimci olmak için ne tür becerilere sahip olmam gerektiği konusuna sistemli bir okuma yapmaya çalışıyorum. Drucker'ın hepimizin adı gibi bildiği şirketlerin kuruluş hikayelerini ve dünyanın en başarılı girişimcilerinin sahip olduğu ortak özellikleri son derece akıcı ve keyifli bir üslupla ele alması bu eseri birkaç günde okuyup bitirmemi sağladı ve bu süreçte çok şey öğrendim diyebilirim. Yani bir işletme bölümünün öğrenciye dört yılda kazandırmaya çalıştığı bir perspektifi bir kitap birkaç günden kazandırabiliyormuş bunu gördüm. Ancak kitabı okurken de ülke olarak girişimci zihniyete ne kadar soğuk baktığımızı fark ettim. Bu yazıda Drucker'ın eserinden edindiğim izlenimlerden hareketle ülkemizdeki girişimcilik meselesini ele almak istiyorum. 

Drucker eserinde girişimciliğin ve inovasyonun (Türkçesiyle yenilikçiliğin) ancak sürüden ayrılarak mümkün olduğunu ileri sürüyor. Yani gerçek bir girişimci adayı, yaşadığı toplumun gerçeklerini bilir, ancak bu gerçeklere biat etmek zorunda değildir. İçinde yaşadığı toplumda bulunan sorunları tespit eder ve bu sorunları çözmek amacıyla bir ürün ya da hizmet geliştirir. Drucker'ın bu konuyu örneklerle aktarmasının ardından ülkemizdeki şikayet kültürü geldi aklıma. Maalesef ülkemizde yoğun bir şikayet kültürü hakim. Yolunda gitmeyen şeylere karşı herkes sesini yükseltebiliyor, ancak sonuç olarak kimse bu yanlış gidişata dur demek için bir inisiyatifte bulunmuyor. Yani diyebilirim ki girişmeden girişimcilik yapmaya kalkıyoruz biz. Hayata ve dünyaya dair hiçbir proje üretmeden yalnızca sözel düzeyde girişimcilik yapıyoruz. Kendi çevremden yola çıkarak tüm arkadaşlarımın ve akrabalarımın “süper bir fikri” olduğunu söyleyebilirim. Hemen hepsi “Dur şu okul bi' bitsin, dur şu borçlar bi' bitsin de o zaman gör sen beni.” gibi bir yaklaşım içindeler. Yani hepsi rahata kavuştuktan sonra bu “süper” iş fikirlerini gerçeğe dönüştüreceklerini ileri sürüyorlar. Ancak dünyanın en büyük şirketlerinin kurucularının hayat hikayelerine baktığımızda hemen hepsinin ceplerindeki son 100 dolar ve dur durak bilmeden gösterdikleri çaba ile başarılı olduklarını görebiliyoruz. Dünyanın en zengin insanı ve Microsoft'un kurucusu Bill Gates, konfor içinde yaşayarak mı kurdu bu koca imparatorluğu? Elbette hayır. Gates'in hayatında Microsoft'tan önce pek çok başarısız girişim bulunuyor, ancak onun hiçbir başarısızlık karşısında pes etmediğini, içindeki meraklı çocuğu asla durdurmadığını görebiliyoruz. Bu nedenle ülkemizdeki “rahatçı” yaklaşım devam ettiği sürece dünya çapında büyük şirketler kuramayacağımızı düşünüyorum ben. Rahatçı yaklaşımı “Aman oğlum devlete sırtını yasla, devlet seni aç bırakmaz.” düşüncesiyle açıklayabiliriz. Bu sözü hemen hemen tüm anne babalar çocuklarına yöneltmiştir. “Yapma demiyorum, hobi olarak yine yap. Ama mutlaka sigortalı bir işin olsun.” Bu yaklaşım alt ve orta üst gelir düzeyindeki tüm ailelerde geçerli. Doğrusu bilemiyorum, bu yaklaşımı eleştirmek doğru mu. Her anne baba çocuğunun geleceğini garanti almasını ister, ancak girişimcilik, yenilikçilik, ortaya daha önce hiç olmayan bir ürün ya da hizmet koymak bu zihniyetle olacak şeyler değildir diye düşünüyorum.

Toparlamak gerekirse girişimcilikte tereddüte gerek yoktur. Süper bir iş fikri olan insan, bu fikri hemen şimdi gerçeğe dönüştürmek ister. Bizdeki gibi rahata erişmek gibi bir amaç gütmez. Çünkü büyük başarılar, ancak belli bir amacı her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek istemekle mümkündür. Diğer bir deyişle büyük başarılar, ancak rahattan değil, kaostan beslenir diye düşünüyorum.

Dönme Dolap

Uzun bir süredir Kindle kullandığım için fiziki kitaplardan da epey uzaklaştım. Yani basılı bir kitabı baştan sona okuyalı nereden baksanız 5 yıl olmuştur. Buna karşın zaman zaman evdeki kitapları karıştırıyorum. Kitapların üzerine aldığım notlar, altını çizdiğim yerler, ayraç olarak kullandığım eski fişler, biletler derken geçmişe geri dönüyorum. Böyle durumlarda benim dikkatimi en çok çeken şey, örneğin 7 yıl önce bir kitapta nerelerin altını çizdiğim oluyor. Kitabın o bölümünü tekrar okuyorum ve neyi hangi amaçla vurguladığımı, nelere önem atfettiğimi anlamaya çalışıyorum. Son zamanlarda basılı halini okumaya çalıştığım kitaplardan birinin de tam bu konuya "yeniden okumaya" değinmesi bu konu hakkındaki görüşlerimi toparlama konusunda bana cesaret verdi. Doğan Hızlan'ın Yeniden Okumak adlı deneme kitabında yıllar sonra bir metne geri dönüşte neler yaşandığı, bir kitabı niçin yıllar sonra tekrar okumak gerektiği gibi keyifli ve aydınlatıcı konulara değiniliyor. Bu meseleye Hızlan'ın de önem vermesi, beni teşvik etti diyebilirim.

Bir kitabı, filmi, albümü yıllar sonra ziyaret etmek de tıpkı çocukluğun geçtiği mahalleyi ziyaret etmek gibidir bana kalırsa. Her şeye taptaze bir gözle bakmayı sağlayan bu ziyaret esnasında insan geçen zaman aralığında ne kadar geliştiğini, ya da en azından ne kadar değiştiğini fark edebilir. Ben hayatımda bu tür “ayna” işlevi gören “geri dönüşlere” büyük önem veriyorum. Zira kendimi ancak daha önce ilgi duyduğum veya duymadığım bir şeyle yıllar sonra tekrar karşılaştığımda verdiğim tepki üzerinden değerlendirebilirim. Benim aynam budur. Örnek vermek gerekirse lise yıllarında edebiyat öğretmenimizin sürekli Behçet Necatigil şiirleri okuması, ondan bahsetmesi amiyane tabirle beni ve arkadaşlarımı “bayıyordu”. Ne buluyor bu insan bu şiirlerde diyor, ergen ve asi tavırlarla Türkçe Rock müzikte ısrar ediyorduk. Bugün bakıyorum da Türkçede Rock müzik namına neredeyse hiçbir şey üretilmemiş. O eski şarkıları dinlerken kendimden utanıyorum ben bunu nasıl bayıla bayıla dinliyordum diye. Buna karşılık Behçet Necatigil şiirlerini ve genel anlamda şiiri şimdilerde kendime çok yakın buluyorum. Bilhassa Necatigil'in “Dönme Dolap” adlı enfes şiiri, aslında benim burada anlatmaya çalıştığım yaşam döngüsü meselesini çok başarılı bir ritmde sunuyor. Kişinin kendi iç dünyasına dönüp olan biteni anlaması müthiş bir hızla akıp giden hayatlarımızda oldukça zor. Yediğimiz şeylerin tadını almadan tüketiyoruz. Abur cubur kültürü her yanı sardı. İzlediğimiz bir filmi idrak etmek için o filme yeterince zaman tanımadan bir tane daha, sonra bir tane daha film izliyoruz. Bunları insan ilişkilerine de yansıtıyoruz. Günübirlik ya da çok kısa süreli ilişkiler yaşıyor ve ruhumuzun kimyasını bozuyoruz. En azından benim kişisel tecrübelerim hep böyle oldu. Bir şeyler daima erken tükettim. 

İşte bu bozulmaya karşı, insanlığımı tekrar kazanmak, kim olduğumu ve nereye gittiğimi görmek bakımından eskilere, eski dostlara, eski mahalleye, eski kitaplara, eski filmlere dönmeyi çok seviyorum ben. Bir nevi muhasebe yapıyor, eski defterleri, kapanmamış defterleri tekrar kontrol ediyorum. Zevklerimin, ilgi alanlarımın, “gönlümün” ne yöne kaydığını görmek bakımından insanın “yeniden okuma” yapmaya önem vermesi gerektiğini düşünüyorum tıpkı Hızlan gibi. Çünkü geçmişimde, bugünkü bana dair pek çok ipucu var. Geçmişte nasıl düşündüğümü, ancak geçmişte okuduğum metinlerin nasıl bir duygu uyandırdığı ile ölçebilirim. Bu yöntemi kendi adıma en ideal yol olarak görüyorum. O yüzden geçmişle yüzleşmek, geçmişe dönmek ve geçmiş ile bugün kıyaslaması yapmak önemli bir alışkanlıktır diye düşünüyorum.


Kırmızı Kazak

Meltem Gürle'nin Kırmızı Kazak adlı kitabında yer alan denemeler, son dönemlerde okuduğum en sıkı metinlerdi. Ya okul nedeniyle ya da başka nedenlerle bilemiyorum, kendimi kurmacadan  uzaklaşır halde buluyorum son yıllarda. Artık deneme, inceleme, araştırma gibi kurmaca dışı eserlere yöneliyorum. Bunda kavramları ve olguları daha iyi anlama ve öğrenme isteği de var diyebilirim. Tabii ki bir araştırma eserinin anlatamadığını bir şiir kolaylıkla dile getirebilir, bunu kabul ediyorum ancak yine de denemeler, incelemeler beni daha çok çekiyor. Gürle'nin eserinde de gündelik yaşama dair harika bir üslupla kaleme alınmış onlarca deneme bulunuyor. Bu denemeler içinde benim zihnimde ise en çok teknoloji ve gençlik arasındaki ilişkiyi ele alan deneme yer etti diyebilirim. Bu yüzden bu meseleyi kendi çapımda bir miktar açmak istiyorum.

Benim de dahil olduğum nesil başta olmak üzere teknolojinin içine doğan bir kuşak geliyor. Bu kuşak daha doğar doğmaz, tabletle, akıllı cihazlarla ve internetle sarmaş dolaş oluyor. Yani daha henüz gerçek dünyayı keşfetmeden sanal bir dünyanın içine giriliyor. Teknoloji gün geçtikçe gelişmeye devam edecek ve 2018 itibarıyla hayal dahi edemeyeceğimiz pek çok yenilik bundan 5-10 yıl sonra hayatımızda olacak. Bu çok güzel bir durum, teknolojinin sınırlarını önceden kestirememek beni epey heyecanlandırıyor. Fakat bir durum var daha var odaklanılması gereken. O da yeni neslin bu teknolojilerden ne şekilde yararlandığı. Daha açık bir söyleyişle, sanal ve reel dünya arasında dengenin nasıl kurulması gerektiği büyük bir soru işareti olarak öylece bekliyor. 3 yaşındaki bir çocuğun, örneğin yeğenimin, GTA 5 gibi silahların, uyuşturucuların ve akla gelebilecek her türlü suç unsurunun bolca kullanıldığı bir oyunu oynayabilmesi ve ebeveynlerinin “Hepsi böyle şekerim, bu yeni nesil çok fena.” gibi naiflikle umursamazlık arasında bir yere konumlanması, bana üzerinde ciddi şekilde düşünülmesi gereken bir konu gibi geliyor. Bu çocukların ve gençlerin, formasyon çağlarında doğa ile, toprak ile, bulutların şekilleriyle, yaprakların dokularıyla, hayvanların desenleriyle ilgilenmeleri gerekir diye düşünüyorum ben. Çünkü içine doğduğu doğal koşulları bilmeyen bir  insan, hayata adapte olmakta büyük zorluk çekecek, her şeyi oyunlarda olduğu gibi “shortcut, hack” gibi hilelerle çözüme kavuşturmaya çalışacaktır. Gel gelelim, hayat hile kabul etmez. Hayattaki en ufak bir başarının ardında bile ciddi bir adanmışlık vardır. Bu bakımdan özellikle çocukların ve gençlerin teknolojinin sağladığı kolaylıkları eksik yorumlayarak istedikleri şeylerin çabucak gerçekleşmesi yönünde yorumlamalarının ileride bilim-kurgu filmlerinde (Örneğin Black Mirror'da) olduğu gibi kaotik ve distopik durumlara sebep olabileceğini söylemek mümkün görünüyor bana.

Emek, vefa, dostluk, doğa sevgisi gibi temel insani değerlere sahip olmak için kişiliğin şekillenmesinde büyük önem arz eden çocukluk ve gençlik yıllarının bilgisayar başında heba edilmemesi gerektiğini düşünüyorum kısaca. Bunu başarabilmek için de evvela anne, baba ve eğitimcilerin meseleye el atması, çocuklarına doğru bilgileri aşılamaları gerekiyor sanki. Teknolojiyi geliştiği için suçlayamayız, ancak çocukların eğitimini ve gelişimini sağlayan ortamlardan sorumlu kurumları ve kişileri bu noktada baskı altına alarak gereken düzenlemelerin yapılmasını sağlayabiliriz. Çünkü insan ancak belli  bir toplumsallık içinde yaşarsa insanlığını sürdürebilir. Tümüyle içine kapalı, bireyselliğin tavan yaptığı bir insan topluluğu arasında hiçbir hukuki ve insani bağın kalmayacağını önceden söylemek bana abartı gibi gelmiyor.  O nedenle diyorum ki bilgisayarın başında video izlemektense, sokağa çıkıp insanları izlemek daima daha tercih ve teşvik edilesi bir şeydir! 


Unfollow Acısı

Birkaç hafta önce D&R'da gezinirken bir kitap dikkatimi çekti. Sanal Aşk: İnternet Çağında Aşk ve Istırap adlı bu inceleme eserini tekli bir koltuğa oturup yarım saat kadar okudum ve kitapta kendimden o kadar şey buldum ki... İnternet ve duygu dünyası arasındaki gerilimli ilişkinin son derece sade ve zevkli bir biçemle ele alındığı bu eseri satın alıp birkaç gün içinde de bitirdim. Teknoloji ve aşk ilişkisi oldum olası benim düşüncelerime meze yahut malzeme olmuştur. Çünkü ben biliyorum ki aşk, kalbe çift tıklamakla ya da ayrılık "unfollow" ile gerçekleşecek kadar bayağı kavramlar değil. Buna karşın çağımızda duyguların büyük oranda sanal ortam aracılığı ile yürütüldüğünü reddedecek kadar da teknoloji cahili değilim. Ne olursa olsun, ben aşk ve duygu konularında en azından akranlarıma kıyasla biraz eski kafalı biri olduğum için romantik ilişkilerde teknolojinin yerini en aza indirgemeye çalışırım. Milyonların ekmeği suyu haline gelmiş sanal mecraya karşı ne kadar kürek çeksem de azdır, ancak yine de biraz otantisite arayışı içinde olan bir kimse olarak bu konuda söyleyebileceğim birkaç şey var diye düşünüyorum.

Öncelikle bugün yaşadığımız koşulların tarihsel bir sürecin sonunda ortaya çıktığını kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum ben. Yani "internet geldi, her şeyi sildi süpürdü" gibi indirgemeci bir yaklaşımı hep sığ ve çiğ bulurum. İnternet sadece bir araç. Otomobil sadece bir araç. Otomobil değildir trafik kazalarına neden olan, direksiyonun başındaki kanlı canlı insandır. Bu bakımdan genelleme yapılmasını doğru bulmam. Çağımızın bir gerçeği artık sanal ortam ve bundan ilişkiler de nasibini almış halde. Peki buna teslim olmak zorunda mıyız? İnternet diye bir şeyin varlığı sahiciliğin önüne konmuş koca bir kaya mıdır? Bence böyle olmak zorunda olmamasına karşın pek çok insan, meseleye dar bir açıdan baktığı için evet öyle. İnsanlar, sanal ortam üzerinden karşısındaki kişiyi hiç görmeden aşık oluyor, yine de karşıdaki kişiyi görmeden bu aşk ilişkisini sonlandırıveriyor! Bunun neresinde "aşk"  var doğrusu bilemiyorum. Sanal aşk gibi bir sıfat tamlamasının geçerli olup olmadığından da emin değilim. Aşkın önüne herhangi bir sıfat getirilmemesini daha doğru bulduğumu söyleyebilirim ama. Aşkın önüne gelen sıfatlar, onun saflığına daima halel getirir bence. Aşkın halleri meselesi bir yana, insanların duygu dünyasında da bir sığlaşmanın varlığını teslim etmek gerekir. Üzüntü tam üzüntü değil. Neşe tam neşe değil. Tatsız tuzsuz bir garip yahni halinde duygular alemi. Bu noktada kendi tercihlerimi ve tecrübelerimi dikkate alıyorum da benim gibi insanların sayısının azaldığını üzüntüyle karşılıyorum. “Benim gibi insanlar” derken de övünecek bir yer arıyor değilim. Duygularını özel bir alanda yaşamak isteyen, kimseye bir şey gösterme ve kanıtlama çabası içinde olmadan samimi ve candan bir ilişki isteyenn kişilerden bahsediyorum ki bunun övünülesi değil, herkesin sahip olması gereken bir özellik olduğunu düşünüyorum. Yani normal olan, övünülesi bir şey haline gelmiş gibi bir durum var ortada ki bu tehlikelidir. Sıradanın yüceltilecek hale gelmiş olması tehlike çanlarının çaldığı anlamına gelir bana kalırsa.

Toparlayacak olursam sanal aşklar da olur hastalıklı aşklar da tutkulu aşklar da... Önemli olan bu ilişkiler bir şekilde bittikten sonra geriye nelerin kaldığıdır bence. Aşk ilişkisi bittikten sonra öyle ya da böyle, daha gelişmiş ve daha olgun bir insan olamıyorsak boşa vakit harcanmış demektir. Görünen o ki sanal aşkların büyük ölçüde yıldırım hızıyla başlayıp yıldırım hızıyla bitmesi de geriye herhangi bir anlamlı bakiye bırakmaz. Bu noktada ben herkesi aşk kavramı hakkında göstermelik değil, samimi bir şekilde düşünmeye davet ediyorum.






Her Şey Çok Güzel Olacak İdi

Her Şey Çok Güzel Olacaktı! Geçenlerde Orhan Türker'in Pera'dan Beyoğlu'na adlı eserini okudum. Türker'in büyük bir titizlikle ve hoş bir anlatımla kaleme kaleme aldığı bu eserde Osmanlı'dan bu yana azınlıkların semti olmuş Pera'nın dönüşümü anlatılıyor. Dönüşüm, yaşanan olaylar ve devlet politikaları sıkı bir araştırma ve sözlü tarih çalışmasıyla çok iyi anlatılmış. Ben bu eseri okuduktan sonra Cem Yılmaz'ın Her Şey Çok Güzel Olacak (1998) adlı ilk ve en güzel filmini izledim. Zira Pera ile ilk tanışmam 2000'li yılların başında olmuştu ve bu filmde de Türkiye'nin, İstanbul'un, Pera'nın, Beyoğlu'nun, Galata'nın son 15 yıldır maruz kaldığı tecavüz süreci o zamanlar henüz başlamamıştı. Diğer bir anlatımla, kitapta bahsedilen "Nerede o eski Pera..." ifadelerini ben bile bu kısacık hayatımda deneyimlemiştim. Çocukluğumdaki Pera ve Beyoğlu ile bugünkü durum arasında feci bir fark var. O nedenle eserde de sıkça sözü edilen mutenalaştırma ve beceriksizlik kavramları bakımından İstanbul'un bugünkü haline kısaca değinmek istemekteyim. İstanbul, kadim bir kent ve dünyada başka hiçbir kentin sahip olmadığı pek çok özelliğe sahip. Mesela bunların başında kendi insanı tarafından talan edilmesi geliyor! Sahi yahu, Budapeşte ya da Varşova, İstanbul'dan hangi açılardan üstün?

 -Benim bildiğim kadarıyla İstanbul kadar tarihleri yok. Ancak bu kentlere baktığımız zaman kaldırım taşlarının bile belli bir estetiğe sahip olduğunu görüyoruz. Bugün İstanbul'a baktığımız zamansa her yanı çimento ve inşaat kumu kokan, tarihi silüetlerinin ortasına çirkin gökdelenlerin dikildiği bir şehir görüyoruz. Her kentin kentsel dönüşüme ya da yeni yapılara ihtiyacı vardır, bunu reddedemeyiz. Ancak İstanbul'da koruma altına alınması gereken semtler bile bu inşaatlaşmadan nasibini alıyor. Pera ve Beyoğlu üzerinden gidelim. Ben 2000'li yılların başında gitmiştim İstanbul'a ilk kez. Babamla birlikte İstiklal Caddesi'ni boydan boya geçtiğimde yaşadığım coşkuyu hatırlıyorum da bugün bile hiçbir Avrupa şehri beni o kadar heyecanlandırmıyor. Şahane bir kalabalık, ılıman bir hava, ağaçlı upuzun bir yol... Dükkanlardan gelen ve birbirine karışan nefis müzikler... Tam bir karnaval hali vardı caddede. Aradan 15 yıl geçtikten sonra bugün İstiklal Caddesi'nden geçmek benim için kaçınılması gereken bir durum. Taksim'den, Tünel'den geçmek hem cesaret hem de çelik gibi bir sinir ve sabır istiyor. Türker'in eserini okurken kafamın içinde sürekli Cem Yılmaz'ın en güzel filmi Her Şey Çok Güzel Olacak canlandı. Çünkü bu film belki de İstanbul'un en keyifli olduğu bir zaman diliminde çekilmiş. Beyoğlu ve çevresi, yani İstanbul'un merkezinde hala şahane binalar duruyor, soysuz AVM'ler tarafından talan edilmemiş. İstiklal Caddesi'nde hala asfalt değil, Arnavut kaldırımları var ve caddede ağaçlar var! Velhasıl, Pera ve Beyoğlu'nun dünden bugüne dönüşümü ile benim şahsi Pera ve Beyoğlu'mun dönüşümü arasında büyük bir paralellik olduğunu görmek beni “üzdü.” Hoş, bu dönüşüm (geri dönüşüm değil, geriye dönüşüm!) sadece İstanbul'la sınırlı değil. Hatta sadece şehircilikle de sınırlı değil. Memleketçe şehircilikten sinemacılığa, edebiyatçılıktan akademisyenliğe dek geniş bir kapsamda bir kokuşma mevcut bugün.

Tabii ki bu şartlar altında dahi dik durup mücadele eden birçok onurlu insan var. Buna karşın onların da bu ülkeden umudunu kesip beyin göçü gerçekleştirmemesi için herhangi bir engel bulunmuyor. Yani diyeceğim şey, elindeki kıymetli bir nesneyi kaybeden ve kaybettikten sonra bile onun değerini algılayamayacak hale gelen, mankurtlaşmış bir toplum olup çıkıverdik. Belki modern ve fahiş derecede pahalı yeni yapılar üretilebilir ancak kendine has bir dokusu ve tarihi olan Pera, Beyoğlu, İstanbul gibi yerleri yeniden inşa edemezsiniz. Yazık ki ne yazık...

Türkçenin Sahipleri

Türkçeyi ayakta tutan isimlerin başında Haydar Ergülen gelir kanımca. Onun çok yönlü bir edebiyatçı olması nedeniyle şiirleri kadar düzyazıları da okumaya değer niteliktedir. Geçen hafta klasik “Dost” gezintilerimin birinde onun denemelerinden oluşan Düz Yazı-100 Yazı adlı eserini görüp hemen satın aldım. Eve doğru yola koyulurken kitaptan rastgele açtığım bir deneme ise uzun bir süredir zihnimi meşgul eden bir meseleye, zamansızlığa değiniyordu. Onun söyleyişiyle “zamansızlıktan şikayet etmeye zaman bulabilen” insanların olduğu bir çağda zamansızlık, boş zaman, serbest zaman gibi kavramları biraz eşelemek gerekiyor sanıyorum. Ben de Ergülen'in eserinden hareketle bu konu hakkındaki düşüncelerime bir çömlek ustasının kile şekil verişi gibi biraz şekil vermeye çalışacağım. Hızın hüküm sürdüğü bir çağın insanlarıyız bizler. Her şeyin hızla, parayla, karlılıkla ölçüldüğü bir sosyal ve ekonomik paradigmanın parçalarıyız. Bu nedenle yavaş kalan, tembellik hakkını kullanmaya çalışan, düzene alternatif sunmaya çalışan insanların marjinalize edilerek sistemde atıldığı bir düzen bu. Sistem kendini hız ve durmaksızın çalışma üzerine kurmuş durumda. Ancak dışarıdan biri olarak bu tasvire baktığımda ilk başta bir gariplik sezemiyorum. Hız mı? İyi ya, her şey daha hızlı. Üretim daha hızlı, ulaşım daha hızlı, iletişim daha hızlı. Ancak kazın ayağı bence hiç de öyle değil. Üretim hızlı. Üretimi makineler yapıyor. Ancak bu kez de insan emeğini özgürleştirmesini bekleyebileceğimiz makinelerin kölesi haline gelmiş durumdayız bence.

İletişim hızlandı ancak iletişim becerilerimiz, insanlararası iletişim ve muhabbet aynı oranda hızlanmadı. İşte burada sorun. Modernitenin getirdiği unsurlar, kağıt üzerine muazzam faydalara sahip. Bazıları gerçekten de hayatımızı çok kolay hale getirdi. Ancak büyük resme bakıldığında manzara hiç de öyle değil. Bunun en bariz örneğini de 365 gün içinde maksimum 20 günlük tatil hakkı olan mavi ve beyaz yakalılardan görebiliriz. Bir insan 20 günlük tatil için tüm yıl çalışır mı yahu? Yaptığımız işleri insanlardan 10 kat, 100 kat, 1000 kat daha hızlı ve verimli şekilde yapabilecek makineler geliştirilmesine rağmen yine de insanın emeği sömürülmeye devam ediyor. Genel manzara bu şekildeyken benim öneri sürdüğüm bir tez var. O da bu devranın bu şekilde sürdürülemeyeceği. Yani insan serbest zamanı, kendi öz gelişimine yönelik imkanları bulamayınca hiçbir alanda belli bir noktanın üstünde yenilik yapamaz. Sistem kendini bir sarmalın içine soktu ve dönüp dönüp aynı noktaya geliyor, vasat bir hızı aşamaz hale geliyor usulca. Bunu insan deneyimlerine aktarırsam şöyle bir örnek verebilirim. Eskiden günler geceler demeden ders çalışırdım. Başımı kitapların arasına gömer, kendimi dünyadan soyutlar, önümdeki yazılara dalardım. Fakat ne kadar çalışırsam çalışayım, bir süre sonra okuduklarımın kafamın içinde zerrece yer etmediğini fark ettim. Çok çalışıyordum ancak başlangıçtaki verimi sürdüremiyordum. Vasat bir hızla, bildiklerimi tekrar ediyor, yeni bilgileri kazıyamıyordum kafama. Ancak bu süreçte bazı günler kendimi kırlara, konserlere, açık havaya, sevdiğim şeyleri yapmaya verdiğimde; yani serbest zaman yaratıp kafamı biraz boşalttığımda ders çalışma verimliliğimin tekrar zirve yaptığını gördüm.

Buradan hareketle, zihinsel ve bedensel süreçlerde ara vermenin, serbest zaman gerekliliğinin ne kadar önemli olduğunu kavradım ve çalışma düzenimi yeniden şekillendirdim. Diyeceğim, halihazırda data sağanağı altında yaşayan insanlar olarak kafamızın içi gerekli ya da gereksiz binlerce şeyle doluyken kendimize serbest zaman yaratabilmenin önemini kavramamız şart. Aksi halde, kısır döngüye girer ve harcadığımız zamanın ve emeğin gerçek karşılığını alamayız.

Ankara Ankara Güzel Ankara

Funda Şenol Cantek'i özellikle Ankara'ya dair yaptığı araştırmalar ve çalışmalar nedeniyle oldukça severim, mümkün mertebe takip etmeye çalışırım. Pek çok disiplinden bir araya gelen dev bir yazar kadrosuyla ve Cantek'in editörlüğünde hazırlanan İcad Edilmiş Şehir: Ankara kitabı da Cantek'in başkentin tarihine, dününe, bugününe ve yarınına dair önemli bir kaynak eser. Yaşadığım kentin ara sokaklarını, dile getirilmeyen kıyı köşelerini bu kitap sayesinde öğrendim diyebilirim. Ankara, İstanbul'un şaşaası yanında sönük kalsa da yine de ideal bir yaşam sunan bir kent. Bu açıdan Ankara'nın hakkının yenildiğini zaman zaman düşünüyorum. Bu kitaptan edindiğim bilgiler ve izlenimler sayesinde düşün dünyamda beliren "Ankara'nın nesini seviyoruz, bu şehrin sevilecek nesi var?" sorularının cevabını vermeye çalışacağım yazımda. Ankara her şeyden evvel, cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı kent olmasıyla memleketimizdeki tüm şehirler arasından bir, hatta birkaç adım öne çıkıyor. Sırf bu nedenle, cumhuriyetin kalesi olması nedeniyle, sarı saçlı mavi gözlü o güzel insanın istirahat ettiği kent olmasıyla bile sevilir. Ancak bunlar şekilsel ve herkesin mutabık olmak zorunda olmadığı şeyler. Ankara'ya yaşam açısından, standartlar açısından bakarsak ben Ankara kadar yaşanası başka bir şehir göremiyorum Türkiye'de. İstanbul mu? İzmir mi? Cehennem sıcağı Antalya mı? İnsanı nemden mahveden Karadeniz mi? 

Hiçbir yer Ankara'nın iklimi, ulaşımı, standartları, aktiviteleri kadar ideal bir tablo çizmiyor gözümde. Fakat ben Ankara'nın en çok neyini severim biliyor musunuz? Yenişehir, Kavaklıdere, Ulus, Tunalı civarında dolaşırken cumhuriyetin ilk yıllarındaki o huzuru alırım hep. New York'un Manhattan'ında da dolaştım, Fransa'nın Monte Carlo'sunda da. Ancak hiçbir yerde Kavaklıdere'de duyduğum coşkuyu ve huzuru bulamadım. Zira Kavaklıdere'nin sokaklarına cumhuriyetin, bizim atalarımızın kendi elleriyle kurduğu bu yüce yönetim sisteminin kokusu sinmiş halde. Her sokaktan bir cumhuriyet hikayesi gibi çıkagelen eski Ankara apartmanları, ülkemizin aydınlık yüzünü temsil eden eski hanımefendiler ve beyefendiler, şu anda köklerine kibrit suyu dökülmüş olmasına rağmen yine de dimdik duran devlet kurumları... Ben yaşıtlarımdan biraz daha erken olgunlaşmam gerekçesiyle bu tür şeyleri görmekten, bu tür şeylerle etkileşime girmekten büyük haz duyarım. Bu yüzden Monte Carlo'dayken bile Ankara'yı özleyebilengillerdenim... Funda Şenol Cantek de eserinde buna benzer bir ruh halini kaleme almış kitapta kendine ayrılan bölümde. Onun da benim gibi şehre biraz romantik biraz melankolik birazcık da flanör gözüyle bakmasını öğrenmem beni epey mutlu etti. Beni ılık bir nisan gününde Tunus Caddesi'nden Libya Caddesi'ne değin koca bir hilal çizerek dolaşmak kadar tatmin eden başka bir şey bulamadım henüz. Eski apartmanlar, Esat'ın tombul kedileri, akasya kokan melankolik sokaklar ve kulağımda Pilli Bebek...

İşte hayat diye ben tam olarak buna derim! Görüldüğü üzere Cantek'in eseri her ne kadar şehir kültürü de dahil olmak üzere esas olarak cumhuriyetin ilk yıllarına değinse bile, eserde yer alan yazılar benim Ankara aşkımı depreştirdi. Şu an Ankara'da olmama rağmen Ankara'ya özlem duydum. “İnsan yanı başındaki kişiyi özleyebilir mi” gibi soruları çok ergence ve slogan olarak görürdüm, ancak ben artık yanımda olan kişileri, içinde bulunduğum kenti bile özleyebiliyorum. Fakat yine de bu kenti en iyi tanımlayan kişinin bu kara parçasını “şehir” haline getiren kişilerden biri olan sevgili Cemal Süreya olduğunu da eklemezsem yazım eksik, boynu bükük kalır. Ne diyordu Süreya: 

“Ankara Ankara Ey iyi kalpli üvey ana!”

Minik Şeyler

Yazarın, şairin ya da herhangi bir meslek erbabının kadını ya da erkeği olmaz, yetkini olur diye düşünürüm ben. İşini iyi yapan bir insanın cinsiyeti yahut cinsel yönelimi kimsesi ilgilendirmez. Keşke memleketemizde bu görüş daha da yaygınlaşsa diye içimden temenni etmekten başka bir yol da bilmiyorum. Tüm bunlara rağmen yine de bazen kadın yazarları okumak bana daha büyük keyif verir. Kadınların kelimeleri seçerken erkeklerden daha incelikli davranabildiklerini düşünürüm bazen. Tabii bu erkek yazarlar için de ziyadesiyle geçerlidir. Ancak yine de her ne olursa olsun, bazen kadın yazarları okumayı tercih ederim. Karşı cinsten bir kişinin ele aldığı konuyu hangi yönleriyle incelemeye çalıştığını merak ettiğimdendir tüm bunlar aslına bakarsanız. İşte yine bu saikle elime aldığım Yazı Bahçesinden adlı Füsun Akat kitabı beni hayal kırıklığına uğratmadı. Tam tersine son zamanlarda okuduğum ne zarif metinleri okumamı sağladı. Gündelik yaşama, şiire, edebiyata, kültüre; kısaca düşünce hayatına yönelik çok katmanlı denemelere yer verilen bu kitapta ise en çok gündelik yaşam, sokakta yürüyen sade bir vatandaş olmak gibi konuları ele alan denemeler ilgimi çekti ve bu konular hakkında yazarla karşılıklı söyleşirken buldum kendimi.

Kanaatimce sıradanlık kadar büyük bir lüks yok. Bakın, “cehalet erdemdir” gibi deli saçması bir şey demiyorum. Ben sıradanlığın, yolda giderken hiç kimsenin ilgisine, övgüsüne ya da sövgüsüne mazhar olmamanın büyük bir keyif olduğunu savunuyorum. Çünkü gündelik olan, sıradan olan, dikkat çekici olmayan bulunduğu koşulların tadını doyasıya çıkarabilir. Bazen ünlülerin sokakta özgürce yürümenin tadını özleyip özlemediklerini düşünüyorum. Sokakta yürüyen sade bir vatandaş olmanın ilk başta çekici hiçbir yanı yok tabii. Kulağa adı üzerinde “bayağı” geliyor. Fakat kentte yürüyüş yapmanın ben çok önemli bir şey olduğunu düşünenlerdenim. Kentin bulvarlarında özgürce yürümek, dilediğin yerde oturup bir çaykahve içmek, ilgini çeken dükkanın içine girip hiçbir şey satın alma şartı olmadan ürünleri incelemek, pasajlara girip her biri birbirinden farklı dükkanlardaki çalışmaları uzaktan izlemek, bir banka oturup güneşin kemiklere sirayet edişini duyumsamak ve gelip geçen, ne düşündüklerini, ne gibi hayalleri ya da hayal kırıklıkları olduğunu düşündüğün insanları izlemek. Bence yaşam tam olarak budur, ben buna hayat derim. Evet, belki hayata dair standartlarım, beklentilerim, çıtam düşük gibi görünebilir, ancak sıradanlığın tadını bir kere tatmaya görsün insan; şana, şöhrete, topluluk içinde tanınmaya ya da gösterilmeye mesafeyle yaklaşır hale gelir. Sıradanlığın tadına varan insan için zaman daha yavaş ve daha yoğun akar aynı zamanda. Bir defa yapılan eylemlerin tadına varılır.

Hız bağımlısı olan modern insan için bir şeyi tadını çıkara çıkara yapmak artık hayalden öte bir şey değildir. Ancak yine de benim gibi modern bir hayatta yaşamasına rağmen onu protesto ederek bir şeylerin tadına varmaya çalışan insanların varlığını gördüm diyebilirim Füsun Akat'ın yazılarını okurken. Okuma ve yazma eyleminin aceleye gelmediğini, ancak sıradan ve mütevazi bir hayat sürerek yazar olunabileceğini gördüm onun yazılarında. Sözlerimi sonlandırmadan önce ben de insanlara biraz yavaşlamalarını, sıradan şeylere taze bir bakış açısıyla bakmalarını ve ufak şeylerden keyif almaya çalışmalarını tavsiye edebilirim. Sıradan bir insan olarak yapabileceğimin en üstü budur zira. Ufak tefek şeylerde de bakış açısına bağlı olarak hayret uyandırıcı ve zevkli detaylar yakalanabilir. Hayat dediğimiz şey de sanıyorum ki bu mini ayrıntılarda saklı.

Amarıga'nın Oyunları

Çağın buluşu, internet. Çağın hastalığı, internet. Çağın mucizesi ve çağın çıkmazı internet. Biraz Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi kitabının girişi gibi oldu ama interneti çok iyi ifade ettiği bu tarzı seçtim. Çünkü çift yönlü, zararı kadar yararı, yararı kadar zararı olan buluş internet. Tek tıkla dünyayı ayağımıza seriyor, hiç gitmediğimiz ya da gidemeyeceğimiz yerleri görmemizi ve hakkında bilgi almamızı sağlıyor. Veya hiç bilmediğimiz bir yere gitmemizi sağlıyor. Bilgi çağı diye adlandırdığımı 21. Yüzyılda bilgiyi ekmek kadar su kadar kolay ve ulaşılır kılıyor. Öyle ki Norveç’te internet hakkı, temel insan hakları arasına alınıyor. Fakat internet gerçekten bu kadar muhteşem mi? Yazının girişinde vermeye çalıştığım ikilik tam olarak buydu zaten. Bu kadar iyi, bu kadar yaygın ve bu kadar verimli bir şey, her olguda olduğu gibi kendi içinde olumsuzluklarını da taşısa; dahası bu olumsuzluklar bizi ele geçirse ne olacak? Birleşik Amerikalı araştırmacı gazeteci Jamie Bartlett bu meseleyi incelemiş ve internetin kötü yanlarını ele alan bir kitap yazmış. “Bu dünya, son derece özgür ve karmaşık olduğu kadar, aynı zamanda tehlikeli ve rahatsız edici. Üstelik size düşündüğünüzden çok daha yakın” diyor Bartlett. Bir yandan Arap Baharına, Gezi Parkı’na, sosyal medyada ilik kanseri insanlar için ilik bulunmasını sağlarken, bir yandan da insanların istediği kimliğe bürünebilmesine ve bu sayede istediğini yapabilmesine olanak sağlıyor.

 Yani internet dediğimiz şey, Twitter, Facebook’tan, ekşisözlük’ten, Spotify’dan ibaret değil; hatta bu kısım sadece buz dağının görünen bölümü. İnternetin asıl kısmı “deep web” diye tabir edilen “derin internet”te yaşanıyor. Trollerden, uyuşturucu tacirlerine, hackerlardan porno yapımcılarına kadar pek çok kötülüğü bünyesinde barındırıyor. Sıradan vatandaşın “bunlardan bize ne, bunlar interneti çok iyi bilen bilgisayarcıların kendi aralarındaki siber savaştan ibaret” dediği şey gelip kendini vurabiliyor. Sadece sosyal medya hesaplarında paylaştıkları bilgilerin hiçbir zarar vermeyeceğini düşünen pek çok insan aslında kendini hackerlara teslim etmiş durumda. Veya uzaktaki ailesini görmek için Skype üzerinden görüntülü bağlantı yapan biri, herhangi kötü niyetli bir bilgisayar uzmanının kullanabileceği görüntülü kayıtlar bırakıyor. Daha da kötüsü, bilgisayarla hiç ilgisi olmasa da bilgisayarın önünden geçen birinin bile görüntüsü kayda alınabiliyor. Peki, bunlarla ne yapılabiliyor? Birleşik Devletler yapımı Black Mirror adında bir dizi işte bunları işliyor, izlemenizi tavsiye ederim. İnsanlığın hırslarını, yaratıcılığının sınırlarını düşününce korkmakta çok haklıyız. Çünkü gerçekten kullanmasını bilen biri bu bilgilerle sahte bir kimliğe bürünerek sizin yerinize bile geçebilir. Bu yazının konusu olan kitabın yazarı Bartlett ve Black Mirror senaristleri başta olmak üzere pek çok kişi internetin sanıldığı kadar da iyi niyetli ve olumlu bir yapı olmadığını düşünmeye başladı. Google’a yaptığımız her bir arama kayıt altına alındıktan sonra, ürkütücü derecede doğru tahminlerde bulunan akıllı telefonlara sahibiz artık. Sadece bu kadarı bile bizi korkutmaya yeterken, üst düzey bir kullanımda devletlerin bile başına neler gelebileceğini hayal etmek zor değil.

 Eskiden basit bir grip salgını on binleri öldürmeye yeterken, ilerleyen dönemlerde onun yerini verem hastalığı almıştı. Şimdilerde de kanserin çağımızın hastalığı olduğu söyleniyor ama bana kalırsa bu tamamen biyolojik bir yaklaşım. Dijital olarak baktığımızda internetin ne kadar yaygın bir kullanıma sahip olduğu düşünülürse kötüye kullanımda da bir salgın olması son derece muhtemel. Dijital yeraltı dünyasına ışık tutan Jamie Bartlett’ın bu kitabını mutlaka okumak ve internette daha tedbirli davranmak, daha emin adımlar atmak gerekiyor. Son dönemin yaygın korkusuyla ve biraz da şakayla karışık bitirmek gerekirse, “bunlar hep Amerika’nın oyunları olabilir”

23 Nisan 2021 Cuma

Başkalaşımlar

Geçtiğimiz ay Enis Batur'un Başkalaşımlar XXI-XXX adlı deneme kitabını okuma fırsatım oldu. Enis Batur'u hem kendine has üslubu hem sanat ve hayat üzerine sorgulamaları hem de üretkenliği bakımından oldukça beğenirim. Dilimizde bu kadar kendi işine bakan, amiyane tabirle sağa sola salça olmadan en iyi bildiği şeyi, yazmayı sürdüren başka bir yazar yok galiba günümüzde. Bu bakımdan kendisine özel bir muhabbet de besleyerek yazdıklarını karınca kararı takip etmeye çalışırım. Bu denemelerinde de Batur, yaratıcılık meselesini pek çok farklı yönüyle ele alıyor. Ben de yaratıcılık kavramı üzerine düşünmeyi oldukça severim. Özellikle memleketimizdeki "yaratıcı sınıf" olarak adlandırabileceğimiz sinemacı, reklamcı, edebiyatçı tayfasının "yaratıcılık" adı altında hep aynı teraneyi tekrarlamasından da oldukça rahatsız olarak yaratıcılık üzerine kendi kendime düşünmeyi severim. Batur'un eseri de benim bu düşüncelerime bir çeki düzen vermem açısından oldukça faydalı oldu. Her şeyden evvel, ülkemizde "-mış gibi yapmak" çoğu kez bir şeyler üretmekten çok daha üstün görülüyor. Bir şeyler üzerine düşünmek, düşünmek ve düşünmek elbette harikulade bir şey. Ancak eylem, düşüncenin daima önündedir ve öyle kalacaktır. Diğer türlü söyleyeyim: Bizim ülkemizde yenilikçilik (inovasyon), girişimcilik, yaratıcılık gibi alanlarda büyük bir atalet gözlemlemekteyim ben. Yani insanlar sürekli şahane bir fikirleri olduğundan dem vuruyorlar, ancak bu fikirlerin çok ama çok azı gerçeğe dönüşebiliyor. Bir şeyleri iyi ya da kötü yapmaktan ziyade, bir şeylerin düşünme ve hayal etmek daha üstün tutuluyor. Fakat hayatın böyle bir şey olmadığını ben bizzat şu yaşıma kadar birçok örnekle gördüm diyebilirim. 

Yaşım belki ufak, lakin hayatın deneyip yanılmaktan, daha iyi deneyip, daha iyi yenilmekten ibaret olduğunu düşünüyorum Samuel Beckett'in de belirttiği gibi. Yaratıcılık, ancak hata yaparak mümkündür. Hata yapa yapa artık bir şeyin nasıl doğru biçimde yapılacağını öğreniriz. Keza ampulü bulan Edison dahi ampulü bulmak için 1000 kere yanılmasına karşın, "Ampulü bulmak 1000 adımdan oluşan bir süreçtir." diyor. Yani ilk tahlilde bin kez hata yapmış, bin kez başarısız olmuş gibi dursa da aslında ampulü bulmak bin adımdan oluşan bir süreçtir. Her hata, bir şeyi başarmak için izlenmemesi gereken bir rotayı belirtir ve kapsamı daraltır. Ancak maalesef dünyanın en başarılı insanları bile hatalardan ders almanın önemine vurgu yaparken, yaratıcılığın sonsuz sayıda hata yapmakla mümkün olduğunu ifade ederken biz, o kişilerin binde biri kadar bilgi birikimi ve öngörü sahibi olmamıza karşın ilk denemede her şeyin en iyisini yapmak istemekteyiz. Sinemaya yeni başlayan bir yönetmen öyle bir film çekmek istiyor ki, daha ilk filmi Cannes'da Altın Palmiye alsın. Roman yazan bir insan öyle bir roman yazmak istiyor ki daha ilk romanıyla büyük yazarlarla aynı cümlede anılsın. Elbette, büyük düşünmek ve büyük hayallere sahip olmayı eleştirecek ya da yerecek değilim. Fakat yaratıcı faaliyetlerin, ister roman yazmak olsun ister musluk tamir etmeyi öğrenmek, zamana yayılan süreçler olduğunu gözardı etmek, insanlarda büyük bir hayal kırıklığına sebebiyet veriyor. 

İlk mağlubiyette pes edilmesi de aslında devasa bir potansiyelin çöpe atılması anlamına geliyor. Kısaca sanatçı egosu diye bir şeyin varlığını kabul etmekle birlikte sanatçının (yaratıcı bir işle uğraşan kişinin) egolarından arınıp hata yapmaktan korkmamasını, güvenli alandan çıkıp farklı şeyler denemesini ve gerekirse defalarca başarısız olmasını; "satması kesin" şeyler üretmeye devam etmesinden daha önemli buluyorum. Yani tribünlere oynamak yerine gerekirse dizleri kanatırcasına çamurda düşüp kalkmak daima daha özgün ve kalıcı şeylerin üretilmesine gebedir. Kirlenmekten korkmamak tek mesele...

Etkilenişler Çağı

Kendisi bu cümleyi yazdığı romanların Borges’in öykülerinden etkilenişini açıklarken kullansa da, alıntıyı başka biçimlerde düşünmek ve yaşama uyarlamak da mümkün. Ben de etkileri veya etkilenme sürecinin yaşamsal önemi üzerine açıklamayı deneyeceğim. İnsan dünyaya geldiği andan başlayarak etkilenişler çarkının da içine düşmüş oluyor bence. Önce kendisini dünyaya getiren anne-babasından, en çok da onlardan, etkilenerek büyüyor. Belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra evin içinde dolaşmaya başlıyor ve aynalarla karşılaşarak kendi ayna yansımasından etkileniyor, kendini ayna karşısında anlamlandırmak için ilk uğraşlarını veriyor. Yürümeye başladıktan sonra evin odalarını ve odaların içerisindeki yabancı nesneleri keşfetmeye başlıyor. Yeterince büyümesinden sonraysa evin dışına, dışarıya, dünyaya adım atarak içine düştüğü çarkın ne denli devasa olduğunu büyülenmeyle karışık olarak algılıyor. Sonrasında, okul çağına geldiğindeyse ailesinin yerini öğretmenleri, okul arkadaşları almaya başlıyor. Büyüme sürecinin her anında dışarıdan gelen etkilerle yoğruluyor, üzerimizde hissettiğimiz etkilerin niteliğine ve şiddetine uygun tepkiler geliştirerek biz de diğerlerini etkilemeye başlıyoruz. 

Karşılıklı bir etkilenme durumuyla benliğimiz şekilleniyor. Umberto Eco’nun en derin etkilerin daha sonra farkedilenler olduğuna ilişkin cümlesi, çocukluk çağındaki etkilenişleri aklıma getirdi. Bence en derin etkilenişler o çağda yaşanıyor. Bedenimizin en yumuşak, en kırılgan olduğu dönem etkilenişlerin de en şiddetli olarak hissedildiği dönem. Belki yaşamımızın sonraki aşamalarında aynı etkilerin daha şiddetli tonlarıyla karşılaşsak da, benliğimiz çocukluktaki kadar kırılgan olmadığı için, tepki verebilme yeteneği kazandığımız için bu etkiler çocukluktaki kadar iz bırakıcı bir güce sahip olmuyorlar. Çocukluğumuzda yaralanmış hissettiren bir etkinin benzerini yaşadığımızda, artık çocuk olmadığımız için olsa gerek, gülüp geçebiliyoruz. Şimdi de “birinden etkilenmek” deyimini düşünelim. Yaşamımızın başlangıcında etkilendiğimiz insanların sayısı bir elin parmakları kadarken, büyüdükçe etkilendiğimiz insanların sayısı da artar. Sadece bakıma muhtaç çocuklar değil, duygusal ilişkiler kurabilen yetişkinler haline gelmemizin işaretidir etkilendiğimiz ve etkilediğimiz insanların oluşu. Karşılaşma anının öncesinde hiç tanımadığımız insanlardan etkilenerek ya da onları etkilemeye çalışarak ilişki kurmanın yollarını da ararız. 

Birinden yoğun biçimde etkilenmiş olduğumuzda, etkilendiğimiz kişiyi zihnimizden çıkarmakta zorlanmaya başladığımızda, bu durumun bir adı vardır: aşık olmuşuzdur. Etkilenişin en derin biçimi olmayabilirse de, en yoğun hallerinden biridir aşk. Kolaylıkla aşık olabilen insanlar ve aşık olmakta zorlanan hatta aşık olamayan insanlar vardır. Bu ne demektir? Sanıyorum ki bazı insanlar etkilenmeye daha açıkken bazılarımız etkilenmek konusunda daha şüpheci, hatta katıdırlar. Bazılarımızın benlikleri daha çocuksuyken ve daha kolay aşık olabilirlerken, bazılarımız çocukluğundan sıyrılmış, hatta aşırı sıyrılmışlardır. Doğum anıyla birlikte etkilenişler çarkının içine düştüğümüzü yazmıştım. Bu çarkın hızı bazen hızlanıp bazen yavaşlasa da yaşadığımız sürece asla son bulmayacakmış gibi geliyor bana. Etkilere açık oluşumuz canlılığımızın da bir işareti gibi. Yalnızca etkilenerek yaşamanın can acıtıcı sonuçları olabilir. Etkilere kapalı olmaksa yaşadığımızı unutmamız gibi bir sonuç doğurabilir.

 O halde etkiler karşısında ne yapabiliriz? Nelerden olumlu etkilendiğimizi, hangi olumsuz etkilerin sonuçlarının sarsıcı olduğunu geçmiş deneyimlerimizi düşünerek ayırt edebilir ve bazı etkilere daha temkinli yaklaşabiliriz. İnsan sadece etkilenen bir varlık değil, aynı zamanda deneyimlediklerini düşünen, sonuçlar çıkarma yetisine sahip olan bir varlık da. Umberto Eco cümlesinde Borges’in kendisini derinden etkilediğini yazmıştı. Onun için romanlar ve öyküler düzleminde olan etkilenişi bağlamının dışına çıkarıp yaşamın etkiler ağına uyarlamaya çalıştım. Umarım başarılı olabilmiştir.

Başladıysa Biter O Yüzden Güzel

Birkaç hafta önce elime Cem Mumcu'nun Başladıysa Biter O Yüzden Güzel adlı eseri geçti. Özellikle genç edebiyatçılara, piyasada sıkça bulunan popüler edebiyat dergilerine karşı uzun zamandır önyargı besliyorum. Bu kişilerin ve dergilerin edebiyatı, şiiri, romanı sulandırdığını düşünüyorum. Yani internet olmasa var olamayacak, bundan 20 sene sonra bile esameleri okunmayacak sığlıkta işler yapıldığını düşünüyorum. Doğrusu bu kitabı okumadan önce Cem Mumcu'yu da benzer olumsuz hisler besliyordum. Ancak Mumcu, geçmiş zaman yazarlarımızın diline benzer bir yalınlıkla yazıyor yazılarını. Abartılı, arka planı düşünülmemiş, afaki şeyler söylemiyor. Bu anlamda genç yazarlar içinde böyle bir kişinin varlığı beni mutlu etti. Mumcu denemelerinde hayatın pek farklı yönlerine değiniyor, lakin bu denemeler içinde beni düşünmeye sevk eden denemeler genelde geçmiş-şimdigelecek üçgeni arasındaki ilişki ve sonuçta öte sürece odaklanmak gerektiği ile ilgili kısımlar oldu. Ben de yazımda Mumcu'dan edindiğim izlenimler kapsamında bu konu hakkında birkaç şey söylemek isterim; zira bu meseleleri bizzat dert edinen biriyim. Eğitim-öğretim hayatımızda bize pragmatizm aşısı yapıldığı kanatindeyim. Yani bir hedefe yönelik gerçekleştirilen çabaların kalitesinden çok salt sonuç odaklı yetişen bir nesiliz biz. Ancak ben hayatın tadının bu mücadele, çaba ve alından akan terde olduğunu düşünüyorum. Yani hayatı tel bir kokuyla tarif etmemiz istense ben hayatın ter kokusuna benzetirim. 

Hayatın ancak bir şeyler uğruna emek sarf etmekle, yorulmakla, uykusuz kalmakla; ancak bu tür yorgunluklardan büyük bir keyif almakla gerçekleştirilebileceğini düşünenlerdenim. Bu bakımdan bize verilen bu kısacık süre içinde olabildiğince çok şey yapmaya, yaptığımız işleri olabildiğince hakkıyla yapmaya çalışmak lazım sanki. O yüzden ben her insanın kendi hayatına ve başkalarının hayatına yönelik birtakım planları, hayalleri ve hedefleri olması gerektiği kanaatindeyim. Böyle demekle hayatlarımızı çilehanede geçirmemiz gerektiğini, dünyevi tatlardan mahrum kalmamız gerektiğini ima ediyor da değilim. Bilakis bu dünyadaki maddi ve manevi lezzetleri tadına ancak bir amaç uğruna ter döktükten sonra varabiliriz diye düşünüyorum. Yani kendimize koyduğumuz bir hedefi gerçekleştirebiliriz ya da gerçekleştiremeyiz; fakat o hedef için elimizden gelenin en iyisini yaptığımıza inanıyorsak aslında hedefin gerçekleşip gerçekleşmemesi çoğu zaman o kadar önemli değildir diye düşünüyorum. Bu bağlamda söylediklerimin bir miktar “romantik” algılanmasını da doğal karşılarım. Öyle bir zamanda yaşamaktayız ki her şeyde sonuç odaklı olmak gerekiyor. “Gerekirse çal çırp, hak ye, şike yap, yolsuzluk yap; ama sonuç elde et.” gibi çarpık ve çirkin bir zihniyetin hakimiyeti altında yaşarken süreçte zevk almak da bir miktar lüks kaçıyor olabilir. Fakat kişinin daima kendinden sorumlu olduğuna inanırım ben. 

Bir değişim arzusu duyuyorsak buna değişime bizzat kendimizden başlamamız lazımdır. Velhasıl, Mumcu'nun denemeleri yaşadığımız hayatı anlamlandırmak ve düşüncelerimi bir noktada yoğunlaştırabilmem adına oldukça keyifli ve faydalı bir okuma oldu. Elbette herkesin bu yaşamı nasıl sürmek gerektiğine dair bir fikri vardır. Bu konuda bırakın empozeyi; insanlara tavsiye verebilecek durumda bile değilim. Lakin gene de uğraş verdiğimiz işlere biraz daha özen verirsek hayattan çok daha zevk alabiliriz. Günlerimiz daha aydınlık ve anlamlı olur kanısındayım. Yani özetle bu hayatı gerçekten yaşamak, su gibi geçen ömrümüz bir miktara anlam katmak istiyorsak bunun yolunun sonuca çok da fazla takılmadan ufak şeylerden de mutlu olmakta yattığına inanıyorum. Hiçbir maddi zevk, yorucu ve keyifli bir çalışmanın sonunda içilen yorgunluk kahvesinin tadını veremez zira.

22 Nisan 2021 Perşembe

Aşkın Halleri

Geçtiğimiz gece uykuya yatmadan önce internette bir alıntıya denk geldim. Reşat Nuri

Gültekin'in Çalıkuşu romanında yer alan bu ifade tam olarak şöyle: "Derler ki; aşk, birine

seni yok etme kudreti verip, bunu kullanmama hususunda ona itimat etmekmiş." Evet,

ifade bu şekilde. Ben aşk hakkında yazılan romanları, sevda şiirlerini, duygu yüklü şarkıları

çok severim. Ancak hayatımda ilk kez aşkın bu kadar kusursuz tarif edildiğini gördüm.

Birine kendi irademizle güç verip sonra da o gücün aleyhimize kullanılmamasını ummak

aşkın en kusursuz tarifi olsa gerek. Tabii bu alıntıyı okuduktan sonra zihnimde epey süre

bu ifadeyi evirip çevirdim. Gecenin bir yarısında bana tekrar aşk hakkında düşünme ya da

en azından fikir jimnastiği yaptıran bu söz tüm uykumu ve biraz da huzurumu kaçırdı.

Bence aşk çok yorucu bir süreç. Bir insanın hem kendini anlaması ve taşıması, hem

karşıdaki kişiyi anlaması ve taşıması, hem de ortadaki ilişkiyi anlaması ve taşıması

gerekiyor. Karakterler farklı, hayat görüşleri farklı, hayat tecrübeleri farklı, beklentiler farklı

ve daha pek çok şey farklı. Ancak tüm bu farklar, bir ruhsal ve cinsel çekim temelinde

görmezden gelinebiliyor. 


iki tarafın da lehine olacak şekilde meydana gelmesine pek ihtimal veremiyorum. Sonunda

bir tarafın duygusu soluyor, hevesi ve heyecanı geçiyor. Daha çok seven taraf ise işte

Gültekin'in dediği gibi üstünün çizilmemesi için dua etmekten başka bir şey yapamıyor. Bu

süreç bana inanılmaz derecede yorucu geliyor. Aşkın getirisinden çok götürüsü olduğunu

düşünüyorum. Aşkın hayat enerjisini sömürdüğünü düşünmeme rağmen bir yanımda ilginç

bir şekilde bu düşünceyi yadsıyıp redddiyor. Yani aşkın hem bir karanlık ve ağır tarafı var

hem de günleri daha da aydınlatan ve insanı tüy gibi hafifleten bir yanı var. Hayatta

birbirinden bu kadar ayrı, adeta 180 derece farklı özellikleri bulunan başka bir kavram,

olgu, olay ya da duygu var mıdır bilemiyorum.


Aşkın yorucu bir süreç olduğunu belirtmeme rağmen sevdalanılan kişi sayesinde tüm

yorgunlukların ortadan kalktığını da söylenebilir sanıyorum. Kendi tecrübelerimi

düşünüyorum da aşık olduğum zamanla birkaç saatlik uykuyla bile ne kadar dinç

olduğumu hatırlıyorum. Ben ki müsaade edilse günün 23 saati uyuyabilecek biri olarak

birkaç saatlik uykuyla dünyanın en neşeli, en mutlu insanı olabiliyordum. Ortada bir gönül

meselesi söz konusu olunca her şeyin mümkün olabileceği düşüncesine sahip olmak,

yaşamdaki tüm potansiyelimizi ortaya çıkarmak için gece gündüz çalışmaya sevk ettiği için

de aşkın yaratıcı bir enerji saçtığını peşinen söyleyebilirim.


Peki nasıl oluyor da bu duygunun iki ucu da bu kadar keskin olabiliyor? Doğrusu bu soruyu

cevaplayabilme haddini kendimde görmüyorum. Ancak yine de kapanış mahiyetinde şunu

diyebilirim: Aşk dipten dike bir şeydir. Denizin dibini de boylatabilir, göğün en yüksek

noktasına da çıkarabilir. Yani insana insan olduğunu hatırlatacak şekilde yoğun şeyler

yaşatabilir. Bence bu sıkıcı bir yıl geçirmektense heyecan dolu bir hafta geçirmek çok daha

evladır. Aşktan işte bu yüzden vazgeçemeyiz. Bu heyecan olmadan yaşamlarımızın bir

esprisi kalmaz. Bu heyecanı elde etme hayali bile pek çok dünyevi uğraştan üstündür. Aşk

işte böyle karmaşık bir kimyaya sahiptir, ancak berrak gözlerle baktığımız zaman bu

kimyasal bağı oluşturan moleküllerin zarafetine hayran kalmamak mümkün değildir. 

21 Nisan 2021 Çarşamba

Gözüyle Kartal Avlayan Adam

İnce Memed’i okuduktan sonra kör de olsam Çukurova’ya gittiğimde o kayalıklarda ayağım hiç takılmadan ezbere dolaşabilirim diye düşünmüşümdür hep. Hatta Yaşar Kemal’in de gözlerinden mustarip olmasını, anlatımıyla kıyaslayınca çok ironik bulmuşumdur. İşte o gözlerin bir kitabın başlığına konu olması beni derinden etkiledi. Böylesi bir bağlantıyı da Zülfü Livaneli’ye çok yakıştırdım doğrusu. Aynı fikri ve hissi paylaşmaktan da gurur duydum. Okumadan önce bilmiyordum bu iki edebi şahsiyetin dostlukları olduğunu. Okurken fark ettim hem de ne dostluk olduğunu. Dile kolay tam 44 yıllık bir birliktelik, arkadaşlık, muhabbete eşlik demek. Tüm bu süreçteki edebi ve siyasi kişiliğini çok güzel kaleme dökmüş Livaneli, okurken eski zamanlara gidip o naifliği yaşıyor insan. Sanki geçmişe doğru bir trenin kompartımanında iki çınarla oturmuşum da sohbet ediyormuşum hissiyatına kapıldım. Tam da yeri gelmişken kitaptan paylaşmak istediğim bir bölüm var; beni oldukça etkileyen: “Her çağın insanı, değişik etkilere, deyim yerindeyse modalara kapılıyor. Özellikle kitabın, sanatın meta haline dönüştüğü bir dönemde, dünyada akımlar, modalar yaratılıyor. Anglosakson modaları, Latin Amerika modaları, nouveau roman, postmodernizm, büyülü gerçekçilik modaları... Biri geliyor, biri gidiyor. Yaşar Kemal ilk gençlik yıllarımdan beri bana, bu akımlara kapılmamayı, modalara aldırış etmemeyi, köke sadık kalmanın önemini anlattı.” Yaşar Kemal’in Zülfü Livaneli’ne “modaya bağlı kalma” öğüdü benim yıllardır kendime motto edindiğim bir davranış biçimiydi ve bunun iki büyük isim tarafından dillendirilmesi beni çok mutlu etti şahsen. Modern toplumun bir dayatması olarak gördüğüm moda kavramının içinin aslında ne kadar boş olduğunu, ortaya koydukları eserlerle ne kadar dolu olduklarını bildiğimiz usta kalemlerin de dile getirmesi, düşüncelerimin onaylanması açısından büyük bir mutluluk kaynağı oldu benim için. 

Öte yandan sizce de çok tatlı bir sohbet değil mi bu aralarında geçen? Asırlık bir çınarın, dostuna verdiği öğütlerin yanı sıra, paylaştığı detaylar can alıcı adeta. Detay demişken, esas edebiyat dünyasının derinliklerinden kopup gelen bazı hikayeler var ki, insanın ağzında hoş bir tat bırakıyor. Onlardan biri de Nazım Hikmet’e ait: “Nazım'ın bir Paris gezisinde yaşanan müthiş bir olay var: O zamanlar Abidin Dinolar Seine Nehri kıyısında, asansörsüz bir evin yedinci katında oturuyorlarmış. Moskova'dan gelecek olan büyük şaire, güzel bir memleket sofrası hazırlamışlar ama kalp hastası olduğu için o yedi katı çıkmasından kaygılanıyorlarmış. Şöyle bir çözüm bulmuşlar sonunda: Her kata iki sandalye yerleştirmişler. Yaşar Kemal, Nazım'ı getirecek, sonra her katta mola vererek anlattığı hikayelerle onu oyalayacak, böylece Nazım'ın merdivenleri dinlene dinlene çıkması sağlanacakmış. Öyle de olmuş. Yaşar Abi memleket hasretiyle içi yanan Nazım'a her katta hikayeler anlatmış. Bu olay bende hayranlık uyandırmıştır hep; ne güzel roman olur diye düşünmüşümdür. Adı belli: Yedi Kat Hikayeleri. Bölümler de belli: Birinci Kat, İkinci Kat, Üçüncü Kat... Keşke yazsaydı.” Keşke yazsaydı diye iç geçiriyor insan okurken. Böyle inceliklerin kalmadığı günümüz dünyasında “kök”e, yani Nazım Hikmet’e saygı ancak bu kadar güzel özetlenebilirdi bir anekdotta. 

Artık 60 yıl geride kalmış, üzerinden sanki onlarca değil yüzlerce yıl geçmiş hissi veren bir hikaye ile hem edebiyat dünyamızın kıymetli parçaları bir araya geliyor, hem de içimizde eksik kalan pek çok değer hatırlatılıyor. Yazıyı İnce Memed ile açtık madem yine onunla kapatalım. Hem bitiriş cümlesinin vurucu olması gerekir ya, Yaşar Kemal’den yardım almış oluruz, daha alası var mı? Okurken benim de çok merak ettiğim bir detay vardı İnce Memed’in dağındaki ateşe dair, Behice Boran’ın da dikkatini çekmiş: “İnce Memed romanı yayınlandığı zaman Behice Boran'ın aklı, dağ başında yanan ateşe takılmış. Yaşar Kemal'e kimsenin bulunmadığı o dağ başında ateşi kimin yaktığını sormuş. Yaşar Kemal'in Boran'a verdiği cevap, roman dünyasını ve kendi gerçeğini açıklar nitelikte: "O ateşi ben yaktım Behice Hanım.”

Aydaki Adam

Soluk Mavi Nokta Geçtiğimiz yılın Kasım ayında bir uzay girişimcisi Anıtkabir’de çektirdiği fotoğrafı sosyal medya hesabından paylaşınca ilgimi çekmişti. Elon Musk adlı bu Birleşik Amerikalı’nın yaptıklarını, kurduğu şirketleri ve buradan da yola çıkarak dünyanın geleceğini ve uzayı daha da derinden incelemeye başladım. Bu yolculuğumda da elbette uzay denince akla gelen ilk isim olan Carl Sagan’ın kitabına uğramadan edemedim. Tesadüf bu ya, o sıralarda okumaya başladığım “Soluk Mavi Nokta”, tam da Elon Musk’ın uzaya yolculuğun mümkün kılınabileceğini ispatladığı bu günlerde bitti; ben de hemen bir şeyler karalamaya karar verdim. "Uzayın derinliğinden bu resmi çekmeyi başardık. Eğer bu resme dikkatlice bakarsanız, orada bir nokta göreceksiniz. O noktaya tekrar bakın. İşte o nokta burasıdır. Evimizdir. O nokta biziz. Sevdiğiniz herkes, tüm tanıdıklarınız, adını duyduklarınız, gelmiş geçmiş tüm insanlar hayatlarını o noktanın üzerinde geçirdiler. Türümüzün tarihindeki tüm sevinçlerimiz ve acılarımız, kendinden emin bin çeşit inancımız, ideolojimiz ve ekonomik öğretimiz; her avcı ve her yağmacı, her kahraman ve her korkak, uygarlığımızın mimarları ve tahripçileri, her kral ve her köylü, birbirine aşık olan her genç çift, her anne ve her baba, umutları olan her çocuk, her mucit ve her kâşif, ahlak değerlerini öğreten her öğretmen, yozlaşmış her politikacı, her bir "yıldız", her bir "yüce önder", her aziz ve her günâhkar işte orada yaşadı; bir güneş ışınında asılı duran o toz zerreciğinde.” Yukarıda yazılanlar, Carl Sagan’ın bahsettiğim kitabındaki en vurucu paragrafı ve içinde uzay bilimden felsefeye kadar uzanan geniş bir yelpazede müthiş bir derinlik barındırıyor. Onun geçtiğimiz yüzyıl başlattığı uzay tartışmaları ve açtığı ufuklar yeni bilim adamları tarafından takip ediliyor ve devletlerin yanı sıra bireysel girişimciler tarafından da uygulanıyor. İnsanoğlunun gezgin bir ırk olduğunu anlatarak başlıyor Sagan kitabına.

 Bir gün mutlaka bu galakside başka yerlere de gideceğimizi ve hatta yerleşeceğimizi söylüyor. İşte onun ortaya koyduğu bu vizyon geçtiğimiz günlerde gerçek oldu ve Elon Musk’ın SpaceX isimli projesi rüyaları mümkün kıldı. Falcon Heavy adlı roket uzayın derinliklerine fırlatıldı ve ana roketten ayrılan yan roketler başarılı bir şekilde yeryüzüne tekrar indirildi. Belki e Carl Sagan’ı bile aşacak bir vizyonla roketlerin yeniden kullanılabilir olması mümkün kılındı. Ana roketin taşıdığı –ve yine Musk’ın üretimi- olan Tesla marka otomobilin Mars’a inmesi ise imkansız hale geldi, zira roket gereğinden fazla ateşlenmişti. Yine de bir aracın uzaya gönderilmesi ve hatta Mars’ın yörüngesine oturtulmasının denenmesi bile insanlık adına müthiş bir gelişim. İlerleyen on yıllar boyunca insanoğlu artık gezegenler arası ulaşımı başlatabilecek ve yavaş yavaş diğer yıldızlarda hayatlar koloniler kurarak dünyanın dışına taşabilecek. Henüz milattan sonra 2018 yılında bunlar dillendirilirken, yüzyıllar sonra nelerin gerçekleşebileceğini düşünebilmek için Jules Verne, Carl Sagan veya Elon Musk olmaya gerek yok. Bu iş doğrudan doğruya galaksiler arası ulaşıma ve taşınmaya doğru gidiyor. Tüm dünyanın heyecanla takip ettiği bu konu herkes gibi benim de ilgimi çekiyor çekmesine. Hatta yazının başında belirttiğim gibi, tam da Carl Sagan’ın kitabını okurken bunların olup bitmesi çok da iyi denk geldi. Mars’a otomobil fırlatma, fırlatılan roketlerin yeniden dünyaya indirilebilmesi gibi hayal bile edilemeyecek teknolojilerin insan ırkının gelişimi açısından nasıl pozitif bir ivme kazandıracağını görmek büyük heyecan veriyor. Fakat kişisel olarak meselenin ahlaki boyutu beni rahatsız etmiyor da değil. Sagan, kitaptaki ünlü paragrafının hemen ardından şunları yazıyor: “…evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne.

 Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular … birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı.” Peki tüm bunları diğer gezegenlere veya galaksilere taşımaya hakkımız var mı? Bundan sonra biraz da bunu tartışmak gerekecek.

12 Nisan 2021 Pazartesi

Öfkene Yön Ver


 Sinirleri fena halde yıpranmış bir toplumuz. Sokakta, okulda, devlet

dairesinde, plazada, evde, internette sürekli olarak negatif enerji yayan, birbirine

çatan, karşısındaki kişiyi bir kaşık suda boğubilecek olan, gerçekten de incir

çekirdeğini doldurmaz nedenlerle çevreye ve çevresindekilere zarar veren

insanlarla dolu bir toplumuz biz. Bu öfkenin ardında bireysel ve toplumsal birçok

neden olabilir. Önemli olansa öfkeyi kontrol edip öfkenin kökenine inerek onu

sönümlemektir. Ancak Pankaj Mishra'nın Öfke Çağı kitabında olduğu gibi öfke her

zaman zararlı bir şey olmak zorunda da değildir. Öfkesi olmayan, bir şeyleri dert

edinmeyen, hayatla kavgası olmayan insanların anlamlı bir gelecek inşa etmesi de

pek mümkün olmaz diye düşünüyorum. Ancak bizim ülkemizde çiğ bir öfke söz

konusu. Sebebine inilmeyen, sadece dışa vurulmayı bekleyen, üzerine

düşünülmemiş ham bir öfke.


Bu denli büyük bir öfke yığılmasının ardında toplımsal konuların yer aldığını

söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Ezilenler, hak ettiğini elde

edemeyenler, en çok çalışıp en az kazananlar, evine ekmek götüremeyenler,

haksızlığa uğrayanlar, torpil olmadan işe giremeyenler, işi ve evi arasında her gün

iki iki toplamda dört saat zaman harcayanlar, markete girip birkaç parça şeye

onlarca lira ödeyenler elbette öfkeli olacak. Bu kişilerin öfkeli olmaması garip olurdu

esas. Ama biz öfke kontrolü bakımından kendini tutamayan bir ülkeyiz. Tepkiselliğe,

tezcanlılığa çabucak teslim oluyor ve bir anda parlıyoruz. Bana kalırsa Mishra'nın

da dediği gibi öfkenin not alınması gerekir. Öfkelenilen durumları bir bir hatırda

tutmak ve uygun şart doğduğunda bu öfkenin nedenini kökünden kazımak gerekir.

Burada tabii ki Nazilerin veya Işid'in yaptığı gibi bir "kökünü kazıma"dan bahsediyor 

değilim tabii ki. Ama toplumu derinden yaralayan konuların yine toplumun ortak

dayanışması sonucu kurutulması gerekiyor. Bir insan işe giremediği için kendini

suçluyor ve kendine kızıyor olabilir. Ama o kişi, büyük ihtimalle kendisine "referans"

olacak önemli birilerini tanımadığı için işe giremiyor olabilir mi? Olabilir bile

diyemiyorum, çünkü memleketin halini ve iş dünyasında dönen dümenleri yakından

bildiğim için durumun bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. İşte dananın

kuyruğu da burada kopmuyor mu sayın okur? Yaşananları gören kesim öfkeden

kendini yiyor ve girişimde bulunmak için organize olamıyor. Yaşananları görmeyen,

görmek istemeyen, görmezden gelen kesim ise meselenin kendinden kaynaklı

olduğunu, sorunun sistemde değil, kendinde olduğunu düşünüyor. İşte neoliberal

düzen, insanların sinirlerini bu şekilde harap ediyor. Tabii bu öfke patlamalarının

kolektif bir hal aldığını ülkemizde ve özellikle Orta Doğu'da yakın bir tarihte gördük

ve açılan yeni kapıları, yeni imkanların ortaklaşa yaratılabileceğini de deneyimledik.

Bence bu olaylar, öfkenin kanalize edildiğinde büyük bir anahtar işlevi gördüğünü

açık seçik ortaya koydu. Öfkelenip içine kapanmaktansa öfkelendiren şeylere karşı

sesini yükseltmek, sessiz kalmamak çağındayız. Öfke çağından ziyade artık öfkeyi

dışavurum çağında olmamız gerekiyor. Ülkemizde öfkenin kolektif olarak

dışavurumu bir daha ne zaman tekerrür eder, o konuda da çekincelerim yok değil,

malum.


Diyebilirim ki öfkelendiğimiz zaman durup bir düşünmek gerekiyor: Beni

öfkelendiren şey ne? Bu tamamen kendime özgü bir durumdan mı kaynaklanıyor,

yoksa dışarıdan bana doğru uzanan bir meselenin bakiyesi mi diye düşünmek icap

ediyor. Sadece bu şekilde agresif ve mutsuz bir toplum olmaktan kurtulunabilir

kanısındayım. Kendi sorunumuzu teşhis etme konusunda biraz daha deneyimli ve 

donanımlı olmayı mecbur kılıyor bu coğrafyada yaşamak. Ya da belki de İbn-i

Haldun'un dediği gibi "Coğrafya kaderdir." ve biz de kaderimizi yaşıyoruzdur.

Olabilir, ancak bu da bizim kaderimiz olabilir ama kimse kaderine razı olmak

zorunda değil. Coğrafya kaderdir, ancak kadere katlanmak ve katlanmamak da

kişinin kendi iradesine dair bir olaydır

Kahve Meselesi

Birkaç hafta önce Bilkent Center'da kurulan kahve festivaline katılma fırsatım

oldu. Farklı kahve çeşitlerini tatmayı seven, kendi çapında düşük bütçeli olsa dahi

baristalığa heves eden, kahvenin her türlüsüne bayılan biri olar ak bu etkinliği kaçırmam

imkansızdı. Türkiye'nin ve dünyanın farklı yerlerinden gelen baristaların birbirinden egzotik

kahve çeşitleri ve kahve demleme yöntemleriyle hazırladıkları kahveleri içerken kendimden

geçtim desem yeridir. Doğanın bahşettiği bu güz elliğin yerini benim için su haricinde başka

hiçbir içecek dolduramaz sanıyorum. Halihazırda alkol almayan biri olarak kahve benim

için daima en güvenli ve en keyifli tercih olmuştur.


Bazen sabah ayılmak için, bazen oturup bir arkadaşla dertleşmek için bazense

sırf keyif için içilen bu içeceğin kendine has efsunlu bir yanı olduğunu düşünüyorum. Sanki

kahve içilmeden yapılan sohbetlerde eksik bir şeyler vardır. Muhabbet, kahve ne kadar

koyuysa o kadar derindir. Bazıları bu durumu söz gelimi rakı ya da viski yle ikame etmeye

çalışıyor. Kendi tercihleridir, saygı duyarım ama iyi bir bardak kahve ve akıcı bir romanın

çözemeyeceği hiçbir sıkıntı yoktur. Sanıyorum Sylvia Plath diyordu; "Uzun ve sıcak bir

duşun bile çözemeyeceği bir probleminiz varsa, gerçekten öne mli bir probleminiz var

demekir." Bu sözü hayatımda o kadar iyi anlamaya başladım ki... Ben bazı yiyeceklerin ve

içeceklerin yatıştırıcı, rahatlatıcı etkisine inanan biriyim. "Plasebo" etkisine sahip olduğumu

da düşündüğüm zamanlar oldu, ama hayır. Benim i çin kahve berrak bir zihne, keskin bir

hafızaya açılan pencere olmuştur. Berrak bir zihin... Başarıya, hayallere, emellere giden

yol, berrak bir zihne sahip olmaktan geçiyor tabii ki. Kahvenin tadını sevdiğim kadar, sakin

kafaya sahip olduğum zamanlardaki üretkenliğim de yine benim önemli düşünce

malzemelerimden bir tanesi. Özellikle sabahları, herkesten erken uyanıp kahve makinesini

çalıştırırım ve o esnada kısa ve sıcak bir duş alırım. Ben duştan çıktıktan sonra ise kahve

hazır olur, üstümü giyinip bardağ ımı alırım ve masanın başına geçerim. Herkesin uykuda

olduğu o birkaç saatlik zaman diliminde ne yaparsam yapayım büyük bir keyif alırım ve

önemli mesafeler kat ederim. Roman okuyorsam kendimi tamamen yazarın hayal gücüne

teslim ederim, sınava çalışıyorsam detaylarda boğulmak yerine meselenin özüne, temeline

iner; daha sonra inşa ettiğim yapıyı detaylarla dekore ederim. Dizi ya da film izliyorsam

kendimi bulunduğum ortamdan soyutlar, yönetmenin yanı başına bağdaş kurarım.

Kahveden mi, erken kalkmaktan mı, y oksa ikisinin harman olmasından mı bilemediğim

verimli ve üretken zaman dilimi yaşadığım; nefes alabiliyor, görebiliyor, tat alabiliyor,

işitebiliyor olduğum için şükretmeme vesile olur. Bu bakımdan benim için sihirli bir içecek

olduğu kesin. Peru'nun kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde Ayahuasca çayı içerek

kaybettiği kimliğini arayan kişilere de çok uzağa gitmemelerini, kahveyi denemelerini,

kahvenin verdiği dinçliği ve berraklığı tatmalarını tavsiye edebilirim.


Son olarak ünlü yönetmen David Lynch'in dediği "Kötü kahve içmek, hiç kahve

içememekten çok daha iyidir." Abartıya kaçılmadığı, çarpıntılara gark olunmadığı

müddetçe bu keyifli içecek sayesinde hayat kalitemin arttığını itiraf edebilirim. Yani

alışveriş, lüks, pahalı arabalar bir bardak iyi demlen miş sıcak kahvenin yanında pek de bir

şey ifade etmiyor benim için. Bunun adı beklentileri düşürmek de değil. Bunun adı olsa

olsa ufak şeylerden mutlu olmaktır. Hayata dair hedeflerinizi küçültmeden de mutlu

olabilmenin sırrı belki de kahvededir. Bir sonra ki kahve içişinizde bu düşünceyi hatırlamaya

çalışmanızı da naçizane tavsiye edebilirim.

3 Nisan 2021 Cumartesi

Bir İletişim Öyküsü

 Gece boyunca uykuya dalmayı başaramadığı beşinci günün sabah saatlerinde yatağında doğruldu ve iç sesinin kendisine çektirdiği işkenceye bir son vermek için olsa gerek, karşısındaki duvara bakarak şöyle dedi: “Yaşamımı değiştirmem gerek.” Eski yaşamının yerleşmiş düzeni, yıllardır sürdürdüğü alışkanlıkları, beğenileri, aktiviteleri, çevresiyle ilişkileri vb. şeylerin tamamı yürümez olmuştu ve bozulan eski düzen yatak işkencesi, iç seslerin kaosu ve bunların sonucunda gelen uykusuzluk biçiminde alarm sinyalleri veriyordu. Her şey bir anda mı bozulmuştu yoksa dikkate almadığı irili ufaklı aksaklıklar birike birike bir yığın haline gelmiş de uyku perilerini kaçırmıştı adamın? Bilmiyordu. Bildiği tek şey uykusuzluğun enerjisini emdiğiydi ve yaşamında ne olup bittiğine  dair sağlıklı bir sorgulamaya girişebilecek kadar dahi enerjisi kalmamıştı. Gerçek olan tek bir sorunu vardı: Uykusuna yeniden kavuşmak.

En zahmetsiz halledilebilecek olanlardan başladı değişim işine: Yatağının bulunduğu odayı değiştirdi. Yeni odada sadece yatak bulunuyordu. Madem ki yatak odası uyumak için var, o halde yatak dışındaki tüm diğer eşyalar gereksiz kaçıyor diyerek eski odasının karmaşasından kurtuldu. Gece karanlığının uyku getirici etkisini iyice hissedebilmek için mümkün olan en büyük sessizliği sağlaması gerektiğini düşündü ve  geceleri elinden bırakamadığı telefonuyla ilişkisine mesafe koydu, telefonu yatak odasına götürmeyi yasakladı kendisine. Sabah saatinde uyanabilmek için alarma gereksinim duyuyorduysa, bunun için  alarmı olan bir saat gayet de işini görebilirdi. Telefonun hiç sönmeyen mavili yeşilli ışıklarına, gecenin bir saatinde gelen bildirimlerin yol açtığı titreşime, her an ulaşabilir ve ulaşılabilir olma kaygısına bir son vermenin vakti gelmişti.

Uyku düzenine yeniden kavuşabilmek için çareyi ilkelleşmekte bulmuştu adam ve bunda başarılı da oldu. Bir süre sonra uykusuna yeniden kavuştu. Özlediği birine kavuşmuş kadar huzurlu hissetti kendisini. Gece uykusuyla kavgalı olduğu zamanların acısını çıkarırcasına erkenden yatağa gider oldu. Çoğu geceler on, on iki saat uyuyor ve oldukça karmaşık rüyalar görüyordu. Uyandığında mutfağa gidiyor, sabah kahvesini hazırlıyor, kahveyi pişmeye bıraktıktan sonra kendisi de banyoda güne başlamak için gereken hazırlıkları yapıyor ve sonrasında mutfaktaki masada kahvesini içerken gece gördüğü rüyaların anlamının ne olabileceği üzerine kafa yoruyordu. 

Düşünebilmek için gereken zihin huzuruna yeniden kavuşmuştu sonunda ve rüyalarını düşünüyor, anlamlarını okumaya çalışıyordu.  Geceleri erkenden yatıyor ve uzun uykularından uyandığı sabahlarda mutfak masasına oturuyor, bir yandan kahvesini içerken karşısındaki pencerenin açıklığından dışarının boşluğunu izliyor ve işte bu sırada rüyalarının anlamları üzerine kafa yoruyordu. İlk bakışta birbiriyle alakasız görünen pek çok bulanık rüya sahnesi, üzerine düşünmeye başladığında sis perdesinden çıkıyor ve barındırdıkları gizli bağlantıları göstermeye başlıyorlardı adama. “Ne kadar saçma bir rüya” diye başladığı rüya okumasında ısrar ettiği pek çok seferinde şaşkınlık ünlemlerinin eşlik ettiği bağlantılara ulaşıyordu. 

Yaşamını düşünmenin yolunu gördüğü rüyaları yorumlamakta bulmuştu adam. Böylelikle yaşamını en eski anılarına kadar izleyebiliyor, unuttuğunu zannettiği pek çok kişiyi ve olayı bilincinin yüzeyine getirebiliyordu. Uykusuzluğu yok etmeyi başarmakla kalmamış, geçmiş yaşamının üzerine çöken unutkanlık perdesini de sıyırmayı başarmıştı. Gece uykularının huzuruna sabahları yorumladığı rüyaların huzuru da eklenmişti. 

Yeni yaşamının iki merkezi vardı bundan böyle: Uyku ve rüya yorumu. Geceleri dışarıya çıksa bile rüya görmesine engel olabilecek karmaşık ortamlardan, gürültüden, fazla alkolden, geç saatte yenen ağır yemeklerden uzak duruyordu. Akıllı telefonundaki iletişim kurmaya yönelik uygulamaları silmesinin üzerinden uzun zaman geçmişti. Hatta çoğu zaman telefonu açmaya dahi gerek duymuyordu. Başka türlü bir iletişim kanalı bulmuştu kendisine ve o kanal aracılığıyla keşfettikleri geri kalan tüm iletişimleri gereksizleştirmiş, yapay hale getirmişti.  

Kötülük Üzerine Düşünmek


 Alman yazar Peter-Andre Alt, edebiyatta kötülük temasını irdelediği “Karanlık Ruhun

Arkeolojisi-İçimizdeki Kötülük” başlıklı kitabının sonlarına doğru bir başka Alman yazardan,

filozof F. Nietzsche’den alıntı yapar:


“Herhangi bir dönemde yeni bir cennet inşa etmiş olan herkes, bunun için gerekli gücü ancak

kendi cehenneminde bulmuştur.” (Ahlakın Soykütüğü Üzerine)


Nietzsche’nin yazdığı cennet ve cehennem kavramları dinsel bir genelliğe hitap etmekten

uzak olup, kişinin kendi öznel varoluşunun kutuplarıdır. Varlığımızın karanlık yanlarını,

cehennemini tanımadan kişisel bir mutluluğa erişmemiz olanaksızdır. Dante’nin “İlahi

Komedya”sındaki “Cehennem-Araf-Cennet” bölümleri gibi yaşamımız da katedilmeyi

gerektiren farklı katmanlardan oluşmaktadır. Herkes kendi yaşamında özel bir cehenneme

sahiptir ve ancak oradan geçerek cennetini varetmeyi başarabilir.


Nietzsche’nin alıntısındaki dinsel motiflere sahip cennet ve cehennem sözcüklerinin yerine

başka bir kavram çiftini koyarsak da anlamın bozulmayacağını düşünüyorum. Cehennem

yerine depresyon ve cennet yerine de yaratım sözcüklerini kullanarak alıntıyı yeniden

okumayı denediğimde Peter-Andre Alt’ın kitabında incelediği edebi eserlerin çıkış noktalarına

da yaklaşabiliriz.


Depresyonda olmak ve yaratıcılık birbirinin zıttı olan şeylerdir. Depresyona düşen biri

yaşamsal güçlerin en önemlilerinden olan yaratıcılığını yitirmiştir kısa ya da uzun bir zaman

dilimi boyunca. Adeta dipsiz bir kuyunun ışık geçirmez karanlıklarında yaşamaktadır.

Varlığına ışık düşmediği için dünyaya karşı körleşmiştir. İçerisinde ikamet ettiği karanlığın

emiciliği yüzünden dünyevi nesnelerin tonları ve renklerini algılamakta ve yaşamaktan keyif

almakta zorlanır. Depresyon ruhun zifiri gecesidir.


Depresyonun karanlık kuyusuna ışık düşürmenin yollarından biri olan yazının iyileştirici bir

gücü vardır. Kişi, içine düştüğü karanlığa bir kez alıştığında onu tasvir etmeye, anlatmaya

başlar ve bu sayede önünde yeni bir yol açılır. Kitapta ele alınan yazarların pek çoğu son

derece karanlık, umutsuz, depresif öyküler, romanlar yazmışlar ve belki de içlerindeki

karanlığı yazıya dökebilmek, o karanlıktan öyküler, şiirler oluşturabilmek suretiyle yaşamda

kalabilmişlerdir. Yazı bir yalnızlık uzamıdır ve yazarlar da o yalnızlık çölünün gönüllü

sürgünleridir.


İçimizdeki kötülüğe boyun eğmediğimiz, onun karşısında pes etmediğimiz sürece kötülüğü

dönüştürme olasılığına kavuşuruz. Eyleme geçmiş kötülükten bambaşka bir şeydir kötülük

üzerine kafa yormak. Kötülük parazitimsi bir fikir olarak kafamızın içine yerleşebilir ve kendi

gücünü dayatabilirse de, bir kez bu olumsuz fikir üzerine kafa yormaya başladığımızda,

kötülüğü dışlamaktan,”ben kötü değilim” demekten vazgeçtiğimizde onun üzerinde

hakimiyet kurmanın anahtarlarını da elde etmiş oluruz.


Kötülüğü düşünmeliyiz çünkü ancak düşünmek sayesinde kötülüğün büyüyüp yayılmasının

önüne geçebiliriz. Kötülüğün kendisinin tamamen dışında olduğunu, yaşamı boyunca tek bir

olumsuz fikre bile kapılmadığını savunan kişi cahildir ve cehalet de kötülüğün eyleme

geçmesi için en uygun zemindir. Yalnızca iyiliğin hüküm sürdüğü cennetimsi bir varoluş değil

insanın yaşamı.


Nietzsche’nin sözünü ettiği kişisel cenneti şu şekilde anlıyorum: kendi yaşamlarımızdaki

olumsuzluğun, depresifliğin, çatışmanın etkisini azaltarak yaşamsallığı ve yaratma

kapasitesini artırmak. İyiliğin kapsamını genişletmek için kötülükle mücadele etmek kişinin

yaşam amaçlarından birisi haline gelebilir. Kötülüğün kökünü kurutmak için onu tanımalı,

hangi biçimler ve düşünceler içine girdiğini, nasıl maskeler taktığını, kendini ne şekillerde

gösterdiğini farkedebilmeliyiz. Aksi takdirde, kötülüğe karşı kör kaldığımızda o giderek büyür

ve yaşamın değerli kısımlarını kemirerek insan ruhunu çölleştirir.


Kötülük üzerine düşünmek ve düşünceleri eyleme geçirmenin faydasına inanıyorum.

İçimizdeki kötülüğü azalttığımız her seferinde bir olumsuzluktan kurtuluruz ve olumsuzluğun

kapladığı yer de boşalarak yerini yaratıcılığın gelişeceği alanlara bırakır. Bunu başarmak için

de insanın kendini tanıması ve kötülüğü başkalarına havale etmekten vazgeçmesi gerekir

öncelikle.

Beni Sarar Melankoli


 Melankoli çok ilginç bir duygu. Hüzün, umutsuzluk, keder, yorgunluk, sarhoşluk gibi

durumlara çok benziyor, bunların karışımı gibi ama hiçbirine benzemiyor. Melankolinin

Anatomisi adlı eserde bu duygunun çok farklı boyutları inceleniyor. Bu duygunun farklı

yönlerine dair bir perspektif kazanmak çok keyifli oldu, ancak ben bu yazıda kendi

melankoli tecrübelerimi paylaşmak ve insanın neden melankoliye "düştüğünü"

cevaplamaya çalışmak istiyorum.


Bana kalırsa melankoli duygusu, insanın kendi kendine tetikleyebildiği bir duygu. Yani

herhangi bir dışsal faktöre gerek olmaksızın melankoli duygusu tecrübe edebilir insan. Zira

ne keder ne umutsuzluk ne de hüzün de olan bir şey var melankolide. O da melankolinin

son derece keyifli bir duygu olması. Yani umutsuzken, üzüntülüyken kişinin canı hiçbir şey

yapmak istemez; dünyaya ve insanlara karşı ilgisi azalır. Fakat bana kalırsa melankoli bu

tür olumsuz duyguları birer keyfe dönüştürebilecek bir yapıya sahip. Müzik dinlemek,

manzara seyretmek, sigara içmek, sokaklarda boş boş gezmek melankolik bir ruh halinde

çok daha anlam kazanır ve kişiye hiçbir duygu altında bulamayacağı hazlar verir. Kişinin

kendini yalnızlaştırması, geceleri sabahlara kadar düşünmesi, bir şeyle okuyup yazarken

kendi iç dünyasının arka odalarına girebilmesi gibi durumlar melankolik bir ruh hali

altındayken çok daha belirgin oluyor. Bu bağlamda kişinin yaratıcı gücünü dürten bir yanı

olduğunu düşünüyorum melankolinin. Zira mutluluk, neşe ya da keder, üzüntü altında

insan zihninin belli bir konuya tüm yönleriyle odaklanamadığını düşünüyorum ben. Ancak

melankolide bir tür kabullenmişlik ve isyandan münezzeh bir hava sezinliyorum. Bunun da

kişiyi özellikle sanat alanında ilerletebileceğini düşünüyorum. Kendi özgeçmişime şöyle bir

bakıyorum da melankolik bir ruh hali altında olduğum zaman oldukça üretken bir

insanmışım. Kısa filmler, şiirler, istikrarlı bir şekilde devam ettirilen günlükler, bir ayda

izlenen 25 film, konserler, tiyatro oyunları... Hepsini kendimi bir şekilde yalnız ve hüzünlü

hissettiğim, ancak durumumdan çok da şikayetçi olmadığım dönemlerde yapmışım.

Kıymetli Sabahattin Ali de Melankoli adlı şiirinde bu meseleyi çok naif bir biçimde

anlatmayı başarmıştır hani. “Hafif bir sızı” lazım belki de bazılarına. Yaşadığını anlamak

için bir miktar sızısı olmalı insanın. Bu sızı kişiye varlığını, varoluş amacını, hayatta neler

yapmak gerektiğini hatırlatır; kişiye bir yön çizmesini salık verir durmaksızın. Bu yüzden

melankolik bir ruh haline sahip insan depresyonda değildir, depresyon kişiyi işlevsiz kılar.

Ancak melankoli yaratıcı teamülü kışkırtır ve kişiyi çıkış yolu aramaya sevk eder.

Sabahattin Ali'nin melankolik bir yapıya sahip olduğunu eserlerindeki havadan anlayabiliriz

örneğin. Melankoli onu yazmaya, üretmeye, söylemeye itmiştir bence. Kürk Mantolu

Madonna adlı enfes eseri kadar melankolinin dibine vurulan başka bir hikaye var mıdır?

Bence melankoli kavramını bu eserden daha iyi işleyen ve hissettiren başka bir eser yoktur

edebiyatımızda.


Sözlerime son vermeden önce vurgulamam gereken bir nokta da melankoli duygusuna

kapılabilen bir kişiden zarar gelmeyeceğidir. Çünkü bu duygu ancak naif insanlarda

meydana gelebilir diye düşünürüm ben hep. Keder herkeste olabilir, herkes neşe duyabilir

fakat ancak belli bir bilinç düzeyine sahip kişilerin, duygusal zekası yüksek kişilerin

melankoliyi tadabileceğini ve bu duygunun yol açtığı çatlaklardan sızıp bir şeyler

üretebileceklerini sanıyorum kendi adıma.