Funda Şenol Cantek'i özellikle Ankara'ya dair yaptığı araştırmalar ve çalışmalar nedeniyle oldukça severim, mümkün mertebe takip etmeye çalışırım. Pek çok disiplinden bir araya gelen dev bir yazar kadrosuyla ve Cantek'in editörlüğünde hazırlanan İcad Edilmiş Şehir: Ankara kitabı da Cantek'in başkentin tarihine, dününe, bugününe ve yarınına dair önemli bir kaynak eser. Yaşadığım kentin ara sokaklarını, dile getirilmeyen kıyı köşelerini bu kitap sayesinde öğrendim diyebilirim. Ankara, İstanbul'un şaşaası yanında sönük kalsa da yine de ideal bir yaşam sunan bir kent. Bu açıdan Ankara'nın hakkının yenildiğini zaman zaman düşünüyorum. Bu kitaptan edindiğim bilgiler ve izlenimler sayesinde düşün dünyamda beliren "Ankara'nın nesini seviyoruz, bu şehrin sevilecek nesi var?" sorularının cevabını vermeye çalışacağım yazımda. Ankara her şeyden evvel, cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı kent olmasıyla memleketimizdeki tüm şehirler arasından bir, hatta birkaç adım öne çıkıyor. Sırf bu nedenle, cumhuriyetin kalesi olması nedeniyle, sarı saçlı mavi gözlü o güzel insanın istirahat ettiği kent olmasıyla bile sevilir. Ancak bunlar şekilsel ve herkesin mutabık olmak zorunda olmadığı şeyler. Ankara'ya yaşam açısından, standartlar açısından bakarsak ben Ankara kadar yaşanası başka bir şehir göremiyorum Türkiye'de. İstanbul mu? İzmir mi? Cehennem sıcağı Antalya mı? İnsanı nemden mahveden Karadeniz mi?
Hiçbir yer Ankara'nın iklimi, ulaşımı, standartları, aktiviteleri kadar ideal bir tablo çizmiyor gözümde. Fakat ben Ankara'nın en çok neyini severim biliyor musunuz? Yenişehir, Kavaklıdere, Ulus, Tunalı civarında dolaşırken cumhuriyetin ilk yıllarındaki o huzuru alırım hep. New York'un Manhattan'ında da dolaştım, Fransa'nın Monte Carlo'sunda da. Ancak hiçbir yerde Kavaklıdere'de duyduğum coşkuyu ve huzuru bulamadım. Zira Kavaklıdere'nin sokaklarına cumhuriyetin, bizim atalarımızın kendi elleriyle kurduğu bu yüce yönetim sisteminin kokusu sinmiş halde. Her sokaktan bir cumhuriyet hikayesi gibi çıkagelen eski Ankara apartmanları, ülkemizin aydınlık yüzünü temsil eden eski hanımefendiler ve beyefendiler, şu anda köklerine kibrit suyu dökülmüş olmasına rağmen yine de dimdik duran devlet kurumları... Ben yaşıtlarımdan biraz daha erken olgunlaşmam gerekçesiyle bu tür şeyleri görmekten, bu tür şeylerle etkileşime girmekten büyük haz duyarım. Bu yüzden Monte Carlo'dayken bile Ankara'yı özleyebilengillerdenim... Funda Şenol Cantek de eserinde buna benzer bir ruh halini kaleme almış kitapta kendine ayrılan bölümde. Onun da benim gibi şehre biraz romantik biraz melankolik birazcık da flanör gözüyle bakmasını öğrenmem beni epey mutlu etti. Beni ılık bir nisan gününde Tunus Caddesi'nden Libya Caddesi'ne değin koca bir hilal çizerek dolaşmak kadar tatmin eden başka bir şey bulamadım henüz. Eski apartmanlar, Esat'ın tombul kedileri, akasya kokan melankolik sokaklar ve kulağımda Pilli Bebek...
İşte hayat diye ben tam olarak buna derim! Görüldüğü üzere Cantek'in eseri her ne kadar şehir kültürü de dahil olmak üzere esas olarak cumhuriyetin ilk yıllarına değinse bile, eserde yer alan yazılar benim Ankara aşkımı depreştirdi. Şu an Ankara'da olmama rağmen Ankara'ya özlem duydum. “İnsan yanı başındaki kişiyi özleyebilir mi” gibi soruları çok ergence ve slogan olarak görürdüm, ancak ben artık yanımda olan kişileri, içinde bulunduğum kenti bile özleyebiliyorum. Fakat yine de bu kenti en iyi tanımlayan kişinin bu kara parçasını “şehir” haline getiren kişilerden biri olan sevgili Cemal Süreya olduğunu da eklemezsem yazım eksik, boynu bükük kalır. Ne diyordu Süreya:
“Ankara Ankara Ey iyi kalpli üvey ana!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder