8 Haziran 2017 Perşembe

Umberto Eco - Sıfır Sayı



Umberto Eco'nun Sıfır Sayı romanının üçüncü bölümünde hayali "Yarın" gazetesinin iki yazarı, Colonna ile Braggadacio tanıştıkları ilk anda ahbap olurlar ve biraz da Braggadacio'nun ısrarıyla bir kafeteryada şarap içmeye giderler. Büyük bir keyifle okuduğum bu bölüm Braggadacio karakterinin paranoyakça şüphesi üzerinedir. Sanki tüm dünya adama karşı komplo kurmak için birleşmiş ve o ne zaman kuşku zırhından soyunsa büyük bir komploya kurban gidecekmiş gibidir.

"Bir yalan dünyasında yaşıyoruz ve sana yalan söylendiğini biliyorsan hep kuşkuda yaşamak zorunda kalıyorsun" (sf.41) Braggadacio'nun kuşkusunun ayyuka çıktığı ansa satın almak için araştırdığı arabaların teknik özellikleri konusunda arkadaşı Colonna'ya çektiği söylevdir. Bir arabanın genişliğine, diğerinin yüksekliğine, başka birinin ivmelenmesine, bir diğerininse teslim edilme süresinin uzunluğuna takılarak kendisine uygun olanı seçmeyi bir türlü başaramaz.  Sonunda şu cümleyi kurar yeni tanıştığı arkadaşına: "Otomobillerin ben onları satın almayayım diye yaratıldıklarını düşünmeye başlıyorum." (sf:45)

Sıfır Sayı Tekinsizdir


Kuşkucu kişinin güvensizliğine örnek teşkil eden bir karakterdir Braggadacio.  Seçenekler arasında kendi işine en fazla yarayanı, ihtiyacı olanı değil de mükemmeli yani her şeyi bir arada bulunduranı aramakta ve böyle olduğu için de karar verememektedir. Kesin olarak inandığı tek şey içinde barınanların tümüyle birlikte dünyanın kendisine yalan söylediği ve en küçük bir dikkatsizlik anında varlığının tehlikeye düşeceğidir. Kuşkucu birinin kendini her an tetikte olmak zorunda hissetmesinin nedeni duyduğu güven eksikliğidir. Güven duygusunun eksik olduğu bu zeminse inancın yerini şüpheci araştırmanın almasına yol açar.

Kitaptaki bu bölümün sonuna doğru konunun araba seçiminden bilimin söylemine gelmesi de Braggadacio'nun şüphesinin bir sonucu gibi görünmüştü bana. Kuşkucu kişi aldatmayan bir işaret aramaktadır ama nafile bir çabadır bu. Görünürde kesinliğe en yakın alan sayılabilecek bilim dahi başka şüphe tohumları eker Braggadacio'nun ruhuna. Ay'a ayak basılmasını da soğuk füzyonun keşfini de Pentagon'un sahteliklerine bağlamakta gecikmez.

Bilimsel araştırmaların özünde yatan şey varılan sonuçlardan kuşku duyup hep daha detaylı soruşturmalar yapmak olsa da, insanın yaşayabilmesi için bir parça güvene her zaman ihtiyaç vardır. Sürekli kuşkular arasında yaşayan bir kişi “acaba” sözcükleriyle dile gelen emin olmama halinin neticesinde kendi etrafına duvarlar örmek ve tehlikeli bulduğu dışarısı karşısında bir güvenlik çemberi oluşturmak zorunda hissedecektir kendini.  Güven temelinde kurulan ilişkilerin yokluğunda dünya korkutucu bir yer haline gelir. Thomas Hobbes’un “homo homini lupus” (“homo homini luppus” ya da Türkçe söylersek “insan insanın kurdudur”) sözü  güven bağlarından yoksun dünyayı, Braggadacio’nun evrenini niteliyor olabilir.



Karşımıza çıkan bir durumda en doğru kararı verebilmek için tüm seçenekleri detaylarıyla değerlendirmeye kalktığımızda işimizin ne kadar zorlaştığını, bunun müthiş yorucu bir çaba gerektirdiğini fark edebiliriz. Güven temelinde şekil alan pratik yargılarımız seçimlerimizde yol gösterici ve kolaylaştırıcı bir rol oynayabilir bence. Tecrübeyle sabit olan şeyler, reflekse dönüşmüş tercihlerimiz vardır. Bu temeller zaman kazandırıcıdır ve yokluklarında en ufak bir adım atmak dahi sonsuz bir hesap kitap yapmayı gerektirir. Kuşkucu kişinin trajedisi sürekli hesaplayarak adım atmak zorunda hissetmesinden gelir. Davranışları, tutumları ve düşünceleri kendiliğinden olmaktan çıkarak mekanik bir hal alır. Duygusal zekasını yok sayarak zihnini bir bilgisayarın işlemcisine dönüştürmeye çalışır. Tüm bu aklileştirme çabasının sonucunda da yanılma ihtimalinin yok olmadığının farkına vararak umutsuzluğa kapılır.

Umberto Eco, Dahidir.


Bir adım daha öteye geçmek ve inandığım şeyi yazmak istiyorum: Yalnızca kurmaca türündeki kitapları değil, her kitabı kendi içerisinde okuyabilir ve bağlantılar ağını keşfetmek için sadece o an okumakta olduğumuz kitabı ve hafızamızı kullanabiliriz. Umberto Eco’nun “Edebiyat Yazıları”nı okuyan ben daha öncesinde Nerval’in Sylvie adlı metnini okumamıştım. Görünürde boş bir çaba olarak kalmaya yazgılıydı benimkisi çünkü Eco’nun yazısı her satırında Sylvie’ye dönüyor, metnin dışına çıkmıyordu. Yazıyı okumaya devam ederken Sylvie’den yapılmış bir alıntıyla karşılaştım:

“İşte, yaşamın sabahında bizleri büyüleyip yolumuzu şaşırtan ham hayaller” (67)

Okumadığım Sylvie’den yapılmış bu alıntı öylesine tanıdık geldi ki bana, bir anlığına makaleyi okumaya ara vermek istedim. O anda geçmişe, Pascal Quignard tarafından yazılmış olan “Dünyanın Bütün Sabahları”nı okuduğum zamanlara döndüm. Okumadığım Sylvie’de karşılaştığım bir cümle geçmişte okuduğum bir kitabı yeniden bilincime getirdi. Zihnimde bir bağlantının kurulmasına yol açtı Eco’nun inceleme yazısı. Geçmişe döndüğümde sadece Quignard’ın kitabına da değil, o kitabı okuduğum çerçeveye, tarihe, o andaki yaşamıma doğru bir yolculuk yaptım. Romanı okuduktan sonra aynı isimli filmi de izlemeyi istediğimi ve sonra nedendir bilinmez, bir türlü izlemediğimi anımsadım.

Vardığım sonuç şu: Nitelikli her metin çağrışımlar bolluğuna sahiptir ve metinlerarasında ilmek dokudukça bir çağrışımlar ağı ortaya çıkar zamanla. Bu durumun tadına varabilmek için sadece bir tek şeyi yapmamak gerekir: Metnin dışına çıkmamaya özen göstermek. Dışarıdan dahil edilebilecek ayrıntılar eser üzerinde bozucu etkilere yol açabilir. Bağlantıların kurulması için dışsal referanslar ağına değil, bilincimizin gücüne güvenmemiz yeterli olacaktır.
Sylvie’yi hala okumadım, belki de hiç okumayacağım ama bu kitap bir işlev edindi benim zihnimde: Ne zaman “geçmişin ham hayalleri”nden söz eden puslu ve proustvari bir kitap okusam Nerval’in kısa anlatısını anımsayacağım.

Detaylarda boğulmamak için duygusal zekamıza da güvenmemiz gerekir.

Umberto Eco. Sıfır Sayı. Doğan Kitap. 2015.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder