Geçen ay Orhan Türker'in Pera'dan Beyoğlu'na adlı inceleme kitabını okudum. Türker bu kısa ama özlü eserinde İstanbul'un eski Yahudi mahallesi sayılabilecek bu bölgenin profilini çıkarıyor ve geçmişten günümüze Beyoğlu özelinde İstanbul'un nasıl değiştiğini inceliyor. Bu eserin başlığını görünce hemen kitabı almak istedim ve öyle de yaptım. Çünkü eserde bahsi geçen semtler, benim İstanbul'da en sevdiğim ve en çok zaman geçirdiğim yerlerin başında geliyor. Bu nedenle hemen her ay gittiğim sokakların tarihini okuyacak olmak beni çok heyecanlandırdı. Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne dek yaklaşık 100 yıllık bir süreci ele alan eser, dün ve bugün kıyası açısından benim de bilhassa İstanbul özelinde düşünmeme neden oldu. Zira çocukluğumdan beri sürekli gidip geldiğim bu devasa şehri tanıyamaz oluyorum her İstanbul seyahatimde. Bu nedenle bu yazıda Türker'in eserinden aldığım ilhamla Pera, Beyoğlu ve diğer İstanbul semtlerine dair öznel görüşlerimi aktarmak gayesindeyim.
İstanbul her geçen gün akıl almaz bir hızla genişliyor, kalabalıklaşıyor. Bu büyümeye paralel olarak da havası, suyu, denizi kirleniyor. Çocukken Kadıköy sokaklarında gezişimi hatırlıyorum, her şey eskiydi. Evler, arabalar, kaldırımlar... Her şey eski ve yıkık döküktü; ancak her yer pırıl pırıl temizdi. Yani bir şeyin eski olması onun temiz olmasına asla engel değildir. Bugün Kadıköy sokaklarında gezerken yepyeni apartmanların arasından geçmeye çekiniyorum sokakların pis kokusu nedeniyle. Keza Türker'in eserinde ele aldığı Pera bölgesi de bu kötüye gidişten nasibini almış durumda. Türker bu bölgenin Rum, Ermeni, Levanten, Türk, Fransız; yani her milletten insanın uyum ve kardeşlik içinde yaşadığı bir semt olduğundan bahsediyor. Bugün Pera'ya gittiğiniz zaman kapısından geçmek için bir aylık maaşınızı vermek zorunda kalacağınız lüks mekanlar ve gene aşırı pahalı restoran ve kafeler bulunuyor. Yani kent çalışmalarının önemli bir kolunu teşkil eden mutenalaştırmadan bahsedebiliriz bu noktada. Eski mahalleleri, sahiplerinin elinden alarak allayıp pulladıktan sonra lüks semtler haline dönüştürme çabası olarak adlandırabileceğimiz mutenalaştırma, özellikle İstanbul'un pek çok semtinde insanın gözüne çarpıyor. Yok pahasına satın alınan arsalara gökdelen dikiliyor ve milyon dolarlardan satılıyor. Diğer bir ifadeyle sinagog, kilise ve caminin yanyana bulunduğu sokaklara girmek için şimdilerde özel site güvenlik noktalarını aşmak gerekiyor. Bir şehrin tarihini, kültürünü, bir şehri şehir yapan sokak hayatını yok etmek için bundan daha “iyi” bir yol olamazdı; ancak maalesef ülkemizde her alanda buna benzer pek çok icraat yapılıyor. Yani günü kurtarmak adına, yüzlerce yıllık gelenekler bir çırpıda yok edilebiliyor. Doğrusu Pera sokaklarında gezerken acaba burası Roma'da, Paris'te, Berlin'de olsa ne kadar özen gösterilirdi diyorum. Kadıköy'ün Berlin'in şahane kafeler semti Alexanderplatz'tan geri kalır yanı yoktu; ancak artık tarihi Bağdat Caddesi bile birbirinden çirkin binaların tecavüzü altında.
Sonuç olarak diyebilirim ki Pera, Beyoğlu, Taksim, İstiklal özelinde İstanbul'un günden güne cazibesini yitirişini gözlemleyebiliriz. Bu saydığım yerler İstanbul'un can damarları adeta. Ankara için Çankaya neyse buralar da İstanbul için aynı şeyi ifade ediyorlar. Sırf rant uğruna şehrin en renkli, canlı ve çok kültürlü mahallelerini yıkıp berbat edeceksek ve yıkmadığımızı da doğru düzgün restore edemeyeceksek bence o çok övündüğümüz kültür ve medeniyetimize en büyük kötülüğü yapmış oluruz. Zira bir toprağı vatan yapan bence üzerindeki kan değil, o toprak üzerinde gezen insanların hayalleri, sohbetleri, aşkları ve geleceğe dair umutlarıdır. Bunların üstünden buldozerle, kepçeyle, kamyonla, balyozla geçince bu toprağın hiçbir anlamı kalmaz. Bu nedenle Türker'in de dediği gibi bir tarihi mahallede zamanında kimler yaşamışsa yaşasın, orayı memleketimizin en kutsal yerlerinden ayrı görme hatasına düşemeyiz. Zira o sokaklar, o binalar, o anılar da bizim memleketimizin kökünü besleyen kaynaklardır.
Orhan Türker. Pera'dan Beyoğlu'na. Sel Yayıncılık. 2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder