10 Haziran 2017 Cumartesi
Emil Cioran - Azizler ve Gözyaşları
Gözyaşları ve Azizler adlı kitabı okurken Cioran’ın kendisine ait bir Tanrı yarattığı ve onunla yüzleşerek, hesaplaşarak, ona yakararak uykusuzlukla dolu gecelerinde kendi varlığını keşfettiği, kendi ruhuyla da mücadele ettiği fikrine vardım. Cioran’ın sözünü ettiği Tanrı semavi dinlerin ya da kalabalıkların tapınç nesnelerinin işlevinden oldukça farklı bana göre. Mistiklerin ya da büyük yalnızlık çekenlerin Tanrısı kitapta adı geçen. Her şeyden de önce herkesin kendisinin bulması ve başetmesi gereken bir Tanrı. Aslında baş harfi büyük isimle başlamayan bir tanrı. Arundhati Roy’un romanının başlığındaki gibi: “Küçük Şeylerin Tanrısı” bir anlamda.
Böyle bir tanrı ne mesajı evrenselleştirilebilir, iletilebilir bir varlıktır ne de kalabalıkların ilgisini çekecek kadar güçlüdür. Ona tanrı demek yerine Cioran’ın varlığının karanlık yanı demenin anlam kaybına yol açmayacağını düşünüyorum. Cioran gece boyu düşünce meditasyonlarına dalarak varlığının gizli köşelerine ulaşmış ve kitaptaki cümleleri karanlıktaki parıldamalar olarak görünürlük kazanmış olabilir.
Üzerine yazdığı her şeyin sonucunun tanrıya bağlandığı uykusuzluk sarhoşu biridir Cioran. İster müzik olsun, isterse de resim ya da felsefe, tanrıya açılmayan bir kapı yoktur Cioran için. Aşkınlığın değil içkinliğin tanrısıyla diyaloglar kurmuştur yalnızlığında.
“Bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir” diye yazan Heidegger’in düşüncesi insan toplumu için değilse de Cioran için gerçeklik kazanmıştır: Tanrısı aracılığıyla ayakta kalmış ve belki de ölümden kurtulmuştur Cioran. Tanrısının varlığıyla kendi ruhu o kadar içlidışlı olmuştur ki, biriyle öteki arasındaki fark belirsizleşmiştir. Böylesine yoğun bir ilişki uykusuzluğa, baş dönmesi hissine ve yapayalnız bir varoluşa götürebilir kişiyi. Mistiklerin ve azizlerin yalnızlığıdır Cioran’ınki, bir tanrı sarhoşluğudur. “Neyle olursa olsun, yeter ki sarhoş olun!” diye yazan Baudelaire’in tavsiyesine uymuş ve düşünerek sarhoş olmak için bir düşünce nesnesi, tanrı yaratmıştır Cioran.
Tanrı, müzik, azizlik, ölüm, melankoli, yalnızlık, gözyaşları, gökyüzü, karanlık, durağanlık, gece.. Kitabın içerisindeki anahtar sözcüklerden aklımda yer edenler bu saydıklarım oldu. Varlığın metafizik olmaktan ziyade şiirsel olan bir temellendirilişidir “ Azizler ve Gözyaşları”. Asla son bulmayacak, kesinliğe bir andan fazla sürede ulaşmayacak bir arayış. Kitabın içerisinde kendisinden pek çok alıntı yapılan Meister Eckhart’ın negatif teolojisine, gerçekliğin dünyasından geri çekilme kavramına yakın düşen bir arayış, belki de kayboluş. Sonsuz bir çabayı gerektiren, hiçbir ritüelle teskin olmayan bir tanrısallıktı Cioran’ın sözünü ettiği. Ritüellerin ve inanç edimlerinin yerine tanrıyı varlığında yakalamayı ve onunla birleşmeyi amaçlayan mistik bir düşünce tarzına sahipti Cioran.
Kitleler için büyük harfle yazılan bir sözcüktür tanrı ve inananlardan somut taleplerde bulunur, yerine getirilmeyen ibadetlerin bir cezasının olduğu katı kurallar ağı olan dinlerle garanti altına alınmıştır varlığı. Tanrı’nın varlığı garanti altındadır semavi dinlerde. Oysa Cioran’ın azizliğe giden yolu oluşturan tanrısı için herhangi bir dışsal dayanak, koruyucu çatı, garanti sözleşmesi yoktur. Azizlerin tanrısı kişiseldir ve varolmak için kişiden özel bir alaka beklerler. Varla yok arası bir tanrıdır kitapta alaka gösterilen, kaybolabilir ve bir daha da ortaya çıkmayabilir. Böyle bir varlıkla diyalog kurmak için gecenin alacakaranlığını seçmiş oluşu manidardır Cioran’ın: sadece sessizlikte ve yalnızlıkta var olabilen kırılgan bir tanrıdır çünkü sözü edilen.
“Benden başka Tanrı’ya tapmayacaksın çünkü ben kıskanç bir Tanrıyım” diyen Yahudi Tanrısının tam zıttı niteliklere sahip olan azizlerin tanrısına ancak sonu gelmez bir düşünsel meditasyonla ve gözyaşlarıyla ulaşılabilir Cioran için. Semavi dinlerin aşkınlığıyla mistiklerin içkinliği arasındaki farktır kitabın tamamında ortaya serilen.
Emil Cioran. Azizler ve Gözyaşları. Jaguar Kitap. 2015.
Jorge Bucay - Kendine Giden Yol
Karlı bir Aralık ayında Arjantinli yazar Jorge Bucay'ın Kendine Giden Yol adlı eserini okudum. Kişisel gelişim türünde değerlendirilebilecek bu kitaba karşı önyargılı başlamıştım, ancak sayfalar ilerledikçe Bucay'ın akıcı ve yalın üslubu kitaptan büyük zevk almama neden oldu. Kişisel gelişim kitaplarını genelde samimiyetsiz ve yapay bulurum. İnsanlara birtakım çıkış önerileri sunar gibi bir havaları vardır, ancak bu önerilerin kişinin bulunduğu koşulları gözetmeden işe yaramaz olduğunu düşünürüm. Ancak Bucay'ın bu eserinde böyle hava sezinlemedim, çünkü Bucay herhangi bir öneride bulunmuyor, sadece kişinin kendi potansiyeline odaklanması gerektiğini ve kişinin yalnızca kendine bağımlı olması gerektiğini ifade ediyor. Bu mesele, yani kimseye yaslanmadan tek başına bağımsız durabilme durumu uzunca bir zamandır benim de zihnimi meşgul ettiği için bu kitabı okumaktan büyük memnuniyet duydum. Bu yazımda Bucay'ın tespitlerinden hareketle "bireysel bağımsızlık ve kimseden medet ummama" meselelerin ele almak istiyorum.
Bence bu dünyada insan her daim tek başına. Dostluklar, arkadaşlıklar, evlilik kurumu da dahil olmak üzere insanın belli bir çevresi olmasına karşın kişi yalnızdır. Şüphesiz çevremizde güvenebileceğimiz ve sevdiğimiz insanların olması harika bir şeydir; yeğenleri sevmek, dostlarla dertleşmek, annenin kucağına yatmak, sevgilinin dizinde uyumak, arkadaşlarla dışarı çıkmak son derece güzel şeylerdir; ancak sonuç olarak bu dünyaya tek başımıza geldik ve bu diyardan bir başımıza gideceğiz diye düşünüyorum. Durum böyle olunca, yani yalnızlık "yazgı" olunca bir insanın kendi potansiyelini gerçekleştirmek için kimseden medet ummaması gerekir. Bucay da eserinde temel olarak kendi yolunda düşe kalka yürümekten bahsediyor. Bu tespite katılıyorum, düşüp kalkarak bir başımıza yürümeliyiz bu yolda. Yolculukta bize eşlik eden iyi ya da kötü niyetli insanlar olacaktır, ancak bu kişiler yolculuğun tamamında değil; yalnızca bir kısmında bize eşlik ederler. Bu nedenlerle gerçekten yaşadığımızı anlamak, dünyadan lezzet almak istiyorsak sorumluluk üstlenmeye, bedeller ödemeye, çamura batması, suya düşmeye, sıcaklar altında kavrulmaya ya da ayazlarda kalmaya hazır olmak gerekir diye düşünüyorum. Ancak bu şekilde bir insan yaşadığının farkına varabilir. Ben hayatı boyunca dizleri kanamamış, kolu bacağını kırmamış, ayazda donma tehlikesi atlatmamış, büyük acılar çekmemiş bir insanın eksik bir yaşam sürdüğünü düşünürüm hep. Yani demek istiyorum ki hayatı sadece birilerinin desteğiyle, bir eli yağda bir eli balda yaşamak, bana göre eksik bir yaşama biçimidir. Ancak bazı zorlukların altından kalkarak ya da en azından zorlukları göğüslemeye çalışarak, belli bir amaç uğruna ter akıtarak, yorularak "Yaşıyorum!" diyebilir bir kişi. Gerçi bizim kültürümüzde böylesine yoğun bir bireysellik için yeterince alan da bulunmuyor bence. Çünkü ailemiz ve arkadaşlarımız her durumda bize kol kanat germek için çırpınıyorlar. Toplumsallığın baskın olduğu kültürlerde bu nedenle insanların sürüden ayrılarak kendi başlarına büyük bir eser üretmelerin daha zor olduğunu kendi tecrübelerimle yaşadığım için bu konuda rahat konuşabiliyorum. Otostopla Avrupa turu yapma fikrini aileme açtığımda şaka yaptığım düşünülmüştü ve sonrasında gidiş dönüş uçak biletlerimi ailem almıştı. Halbuki ben bu otostop yolculuklarında bir miktar sefalet çekerek kendi sınırlarımı görmek ve dayanıklılık kazanmayı ummuştum, ancak sonuç olarak elime "konfor" vaadiyle uçak biletleri tutuşturuldu.
Yani toparlamak gerekirse hayatta bazı şeyleri yapmak için kimseden yardım beklemeden doğrudan eyleme geçmek gerekir. Çünkü bence kendi başımıza açtığımız bir patikada ilerlemek, bize sekiz şeritli bir otoyolda seyahat etmekten çok daha fazla tecrübe kazandırır ve bizi bu dünyayı anlama konusunda daha iyi bilgilerle donatır. Kayıtsız şartsız sunulan bir bardak su ile saatlerce arayarak bulunan bir kaynak suyu arasında şüphesiz dağlar kadar fark olacaktır zira.
Jorge Bucay. Kendine Giden Yol. Epsilon Yayınları. 2015.
Ercan Kesal - Cin Aynası
Geçenlerde Ercan Kesal'ın Cin Aynası adlı şahane öykü kitabını okudum. Kesal'ı Nuri Bilge Ceylan filmlerinden tanıyordum, ama özellikle Peri Gazozu adlı kitabından sonra daha yakından takip etmeye başladım. Kesal'ın hekim olması nedeniyle Anadolu'nun dört bir yanını karış karış gezmesiyle ortaya çıkan yüzlerce olağanüstü hikayeyi son derece akıcı ve "yakıcı" bir dille anlatıyor olmasından aldığım hazzı tarif edemem. Kah bir köy kıraathanesinde dedesinin koynuna sokulan yetim bir çocuğun hüznünü kah kasabaya ilk kez inen yaşlı bir kadının gazoz içişini derin bir psikolojik gözlem gücü ve doğallıkla anlatması nedeniyle Kesal'ın yazdıklarını bana çok iyi geliyor. Bu yazıda da yukarıda alıntıladığım pasajdan hareketle Kesal'ın ele aldığı modern çağdaki tahammülsüzlük meselesini yine kitaptan edindiğim izlenimle aracılığı ile aktarmak gayesindeyim.
Bence günümüzde diğerkamlık diye bir şey kalmadı. Koca şehirlerde gün boyu iaşesini temin etme derdiyle insanlar yanlarındaki kişilerin dertlerini ya da mutluluklarını görme fırsatı bulamaz durumdalar. Trafik, iş stresi ya da işsizlik, giderek hayatımıza daha da yerleşen internet ve sosyal medya kültürü insanları yalnızlığa ve bencilliğe itmiş durumda. Kesal'ın yalnızlık konusunda yaptığı tespite son derece katılıyorum. Yalnız kalmaya çalıştığımız, özel alanımızı ve mahremimizi korumaya çalıştığımız, insanların yüzlerine nefretle baktığımız bir dönemdeyiz; ancak gene de insanlara muhtacız. Yalnızlık arzusuyla tutuşuyoruz; fakat aynı zamanda yalnız kalmaktan da ölesiye korkuyoruz. Artık yalnızca elektrik kesildiğinde ya da internet bağlantısı koptuğunda bir ev içindeki bireyler biraraya geliyor. Kendi ailemden örnek vermem gerekirse sadece akşam yemeğinde tüm aile birarada olabiliyoruz, onda da babam haberlere odaklanıyor, kardeşim tabletinden oyun oynayarak yemek yiyor, ben arkadaşlarımla yazışıyorum, annem de telefonda birileriyle konuşuyor. Yani sözde ailecek yemek yiyoruz ama herkes yalnız aslında, herkes kendi dünyasında. Ya da evin dışına çıkalım. Metroya bindiğimde herkes telefonuna gömülmüş bir şeylere bakıyor. Halbuki yanyana oturan insanların havadan sudan dahi olsa paylaşacak pek çok şeyi olabilir. Ercan Kesal'ın eserinde yalın ve çarpıcı bir şekilde vurguladığı gibi acımasızlık çağı bu. Yani insanlar iktisadi rasyonalite soğukluğuyla muhatap oluyor birbirleriyle, ancak ucunda bir menfaat var ise karşıdaki kişiyle iletişim kuruluyor. Bunun dışında gönülden ve samimi bir şekilde iletişim kurmak çok zor çağımızda. Diğer bir ifadeyle içinde yaşadığımız çağ kardeşi kardeşi yabancı kılacak kadar zihni meşgul eden ürünler sunuyor piyasaya durmadan. Artık internet fenomenlerinin özel sorunlarını ve mutluluklarını kendi kardeşimizinkinden daha iyi bilir hale geldik. Bu durumun artçı sarsıntılarını duyar gibiyim ben şahsen, ancak gelecek birkaç on yılda bu bencillik, yalnızlık ve umursamazlık halinin toplumlarda daha derin yaralar açacağını görüyorum maalesef.
Sonuç olarak Kesal'ın enfes öyküleriyle nasıl bir toplum haline geldiğimiz konusunda verimli bir iç muhasebe yaptım diyebilirim. Yukarıda eleştirdiğim hususların pek çoğuna ben de ortak oluyorum, ben de başımı “parlak” ekrandan kaldırmıyorum çoğunlukla. Kolay geliyor, rahat geliyor yanımda oturan kişiye halini hatrını sormak varken sanal kişiliklerle soğuk muhabbetlere girişmek; ancak bu durumdan, bu “çılgınlıktan” gitgide ben de rahatsız olmaya başladım. Bu rahatsızlığımı yeniden yüzüme vurması nedeniyle Cin Aynası adlı eseri çok beğendim. Böyle metinler gerek zaten, okuyanı uyutmayan, bilakis rahatsız eden ve harekete geçme cesareti veren daha çok kitap yazılması ümidiyle...
Ercan Kesal. Cin Aynası. İletişim Yayınları. 2016
Cem Mumcu - Başladıysa Biter O Yüzden Güzel
Geçenlerde Cem Mumcu'nun Başladıysa Biter O Yüzden Güzel adlı eserini okudum. Cem Mumcu'nun yeri bende ayrıdır, zira genç edebiyatçıların pek çoğunda görülen arabesk üslup onda yoktur. Kitap yazmaya girişmeden önce ciddi bir ön hazırlık yaptığı eserlerinin kurgusundan bellidir. Bu romanında da yitip giden günlere ve gençliğe dair çok çarpıcı tespitlerde bulunması nedeniyle Mumcu'ya olan sevgim arttı. Ayrıca bu kitabın bir diğer özelliği de yazarın kitap okurken dinlenmek üzere bir çalma listesi sunması okuyuculara. Yani yazarın eserini kaleme alırken dinlediği ve belki de ilham aldığı şarkıları okuyucular olarak biz de dinleyebiliyoruz. Ben de aynı yöntemi uyguladım ve zihnimin her köşesine Mumcu'nun cümleleri ve bu şarkıların notalarını kazıdım. Bu bakımdan bir miktar yenilikçi bir teknik olarak değerlendirebiliriz bunu. Bu yazımda yazarın eserinde ele aldığı geçmiş hesaplaşması ve menzilden öte yolculuğun kendisinin önemli olduğu meselelerini Mumcu'nun tespitlerinden hareketle ele almak istiyorum, çünkü bu konu benim de uzun zamandır zihnimi meşgul ediyor.
Bence biz sonuç odaklı yetiştirilen bir kuşağız. Belli bir amaca ulaşmak için elinden geleni yapması öğütlenen bir kuşak yani... Fakat Mumcu'nun da eserinde çok güzel vurguladığı gibi ancak belli bir hedef için mücadele ederken keyif alabildiğimiz müddetçe hedefin tadını çıkarabiliriz. İranlı şair Ferruğ Ferruhzad da bu durumu "Kuş ölür, sen uçuşu hatırla." diyerek son derece şık bir biçimde belirtiyor. İnsan ömrü gerçekten çok kısa, "üç günlük" bir dünyada yaşıyoruz. Hal böyle olunca, ömür bu denli kısa olunca insanın hayatını bir amaca adaması gerektiğini düşünürüm hep. Geleceğe dair belli bir proje ve planı olmayan insanların bir yanlarının hep eksik kaldığını düşünürüm. Ancak kendini bir ideale kaptırıp bu ideal dışında dünyanın diğer güzelliklerini görmezden gelen insanların da hayatı ıskaladıklarını söyleyebilirim. Elbette durmak bilmeden çalışmak, ortaya bir eser koymak için ter dökmek ve emek harcamak çok kutsal şeyler; fakat eğlenmeyi, dünyadan kâm almayı da bilmek gerek. Şahsen bu bakış açısını yeni kazandım diyebilirim. Örneğin Bilkent'i kazanmak için üç yıl boyunca okul, dershane ve özel ders arasında mekik dokudum. Bitirdiğim test kitaplarının haddi hesabı yok. Bu uğurda binbir fedakarlıkta bulundum. Dostlarımın doğum günlerine katılamadım, sahilde güneşi hissetmek varken odamda oturup geometri çalıştım aylarca. Şimdi geriye dönüp baktığımda bu üç yıldan geriye sadece formüller ve denklemler geliyor aklıma. Belki de yolculuğun ve sürecin keyfini çıkarmak meselesinin zihnimde bu kadar yer etmesinin başlıca sebeplerinden biri hedeflerim uğruna çalışırken kendimden geçmem ve dünyayı görmezden gelmemdir. Yani bu süreçte dilim yandığı için artık bundan sonrası için daha pozitif bir perspektif kazandım da denebilir. Tabii bu bilince kavuşunca bir de geçmişte heba edilen günlere ağıt yakmak gibi bir ikileme düşmemek gerekir. Mumcu'nun da eserinde dile getirdiği önemli hususlardan biri bu. Yani her şeyin bir başlangıcı ve bir de sonu var. Sonun ne zaman geleceği belli olmadığı için her anımızı dolu dolu geçirmekle mükellef canlılarız. Bu nedenle geçmiş muhasebesi yapmalı, geçmişten ders çıkarmalı; ancak amiyane tabirle bu muhasebenin cılkını çıkarmamalıyız.
Sonuç olarak diyebilirim ki Mumcu'nun eseri yaşadığımız hayatı sorgulamak bakımından önemli bir eser. Dünyaki insan sayısı kadar yaşama biçimi biçimi vardır ve kimse kimseye “Şu şekilde öyle yaşayacaksın!” diye dayatma yapamaz; ancak ne iş yapıyorsak yapalım, zaman zaman başımızı işten kaldırıp çevremize, ailemize, dostlarımıza, dünyanın güzelliklerine yöneltelim.
Cem Mumcu. Başladıysa Biter O Yüzden Güzel. Okuyan Us Yayınları. 2015.
8 Haziran 2017 Perşembe
Umberto Eco - Sıfır Sayı
Umberto Eco'nun Sıfır Sayı romanının üçüncü bölümünde hayali "Yarın" gazetesinin iki yazarı, Colonna ile Braggadacio tanıştıkları ilk anda ahbap olurlar ve biraz da Braggadacio'nun ısrarıyla bir kafeteryada şarap içmeye giderler. Büyük bir keyifle okuduğum bu bölüm Braggadacio karakterinin paranoyakça şüphesi üzerinedir. Sanki tüm dünya adama karşı komplo kurmak için birleşmiş ve o ne zaman kuşku zırhından soyunsa büyük bir komploya kurban gidecekmiş gibidir.
"Bir yalan dünyasında yaşıyoruz ve sana yalan söylendiğini biliyorsan hep kuşkuda yaşamak zorunda kalıyorsun" (sf.41) Braggadacio'nun kuşkusunun ayyuka çıktığı ansa satın almak için araştırdığı arabaların teknik özellikleri konusunda arkadaşı Colonna'ya çektiği söylevdir. Bir arabanın genişliğine, diğerinin yüksekliğine, başka birinin ivmelenmesine, bir diğerininse teslim edilme süresinin uzunluğuna takılarak kendisine uygun olanı seçmeyi bir türlü başaramaz. Sonunda şu cümleyi kurar yeni tanıştığı arkadaşına: "Otomobillerin ben onları satın almayayım diye yaratıldıklarını düşünmeye başlıyorum." (sf:45)
Sıfır Sayı Tekinsizdir
Kuşkucu kişinin güvensizliğine örnek teşkil eden bir karakterdir Braggadacio. Seçenekler arasında kendi işine en fazla yarayanı, ihtiyacı olanı değil de mükemmeli yani her şeyi bir arada bulunduranı aramakta ve böyle olduğu için de karar verememektedir. Kesin olarak inandığı tek şey içinde barınanların tümüyle birlikte dünyanın kendisine yalan söylediği ve en küçük bir dikkatsizlik anında varlığının tehlikeye düşeceğidir. Kuşkucu birinin kendini her an tetikte olmak zorunda hissetmesinin nedeni duyduğu güven eksikliğidir. Güven duygusunun eksik olduğu bu zeminse inancın yerini şüpheci araştırmanın almasına yol açar.
Kitaptaki bu bölümün sonuna doğru konunun araba seçiminden bilimin söylemine gelmesi de Braggadacio'nun şüphesinin bir sonucu gibi görünmüştü bana. Kuşkucu kişi aldatmayan bir işaret aramaktadır ama nafile bir çabadır bu. Görünürde kesinliğe en yakın alan sayılabilecek bilim dahi başka şüphe tohumları eker Braggadacio'nun ruhuna. Ay'a ayak basılmasını da soğuk füzyonun keşfini de Pentagon'un sahteliklerine bağlamakta gecikmez.
Bilimsel araştırmaların özünde yatan şey varılan sonuçlardan kuşku duyup hep daha detaylı soruşturmalar yapmak olsa da, insanın yaşayabilmesi için bir parça güvene her zaman ihtiyaç vardır. Sürekli kuşkular arasında yaşayan bir kişi “acaba” sözcükleriyle dile gelen emin olmama halinin neticesinde kendi etrafına duvarlar örmek ve tehlikeli bulduğu dışarısı karşısında bir güvenlik çemberi oluşturmak zorunda hissedecektir kendini. Güven temelinde kurulan ilişkilerin yokluğunda dünya korkutucu bir yer haline gelir. Thomas Hobbes’un “homo homini lupus” (“homo homini luppus” ya da Türkçe söylersek “insan insanın kurdudur”) sözü güven bağlarından yoksun dünyayı, Braggadacio’nun evrenini niteliyor olabilir.
Karşımıza çıkan bir durumda en doğru kararı verebilmek için tüm seçenekleri detaylarıyla değerlendirmeye kalktığımızda işimizin ne kadar zorlaştığını, bunun müthiş yorucu bir çaba gerektirdiğini fark edebiliriz. Güven temelinde şekil alan pratik yargılarımız seçimlerimizde yol gösterici ve kolaylaştırıcı bir rol oynayabilir bence. Tecrübeyle sabit olan şeyler, reflekse dönüşmüş tercihlerimiz vardır. Bu temeller zaman kazandırıcıdır ve yokluklarında en ufak bir adım atmak dahi sonsuz bir hesap kitap yapmayı gerektirir. Kuşkucu kişinin trajedisi sürekli hesaplayarak adım atmak zorunda hissetmesinden gelir. Davranışları, tutumları ve düşünceleri kendiliğinden olmaktan çıkarak mekanik bir hal alır. Duygusal zekasını yok sayarak zihnini bir bilgisayarın işlemcisine dönüştürmeye çalışır. Tüm bu aklileştirme çabasının sonucunda da yanılma ihtimalinin yok olmadığının farkına vararak umutsuzluğa kapılır.
Umberto Eco, Dahidir.
Bir adım daha öteye geçmek ve inandığım şeyi yazmak istiyorum: Yalnızca kurmaca türündeki kitapları değil, her kitabı kendi içerisinde okuyabilir ve bağlantılar ağını keşfetmek için sadece o an okumakta olduğumuz kitabı ve hafızamızı kullanabiliriz. Umberto Eco’nun “Edebiyat Yazıları”nı okuyan ben daha öncesinde Nerval’in Sylvie adlı metnini okumamıştım. Görünürde boş bir çaba olarak kalmaya yazgılıydı benimkisi çünkü Eco’nun yazısı her satırında Sylvie’ye dönüyor, metnin dışına çıkmıyordu. Yazıyı okumaya devam ederken Sylvie’den yapılmış bir alıntıyla karşılaştım:
“İşte, yaşamın sabahında bizleri büyüleyip yolumuzu şaşırtan ham hayaller” (67)
Okumadığım Sylvie’den yapılmış bu alıntı öylesine tanıdık geldi ki bana, bir anlığına makaleyi okumaya ara vermek istedim. O anda geçmişe, Pascal Quignard tarafından yazılmış olan “Dünyanın Bütün Sabahları”nı okuduğum zamanlara döndüm. Okumadığım Sylvie’de karşılaştığım bir cümle geçmişte okuduğum bir kitabı yeniden bilincime getirdi. Zihnimde bir bağlantının kurulmasına yol açtı Eco’nun inceleme yazısı. Geçmişe döndüğümde sadece Quignard’ın kitabına da değil, o kitabı okuduğum çerçeveye, tarihe, o andaki yaşamıma doğru bir yolculuk yaptım. Romanı okuduktan sonra aynı isimli filmi de izlemeyi istediğimi ve sonra nedendir bilinmez, bir türlü izlemediğimi anımsadım.
Vardığım sonuç şu: Nitelikli her metin çağrışımlar bolluğuna sahiptir ve metinlerarasında ilmek dokudukça bir çağrışımlar ağı ortaya çıkar zamanla. Bu durumun tadına varabilmek için sadece bir tek şeyi yapmamak gerekir: Metnin dışına çıkmamaya özen göstermek. Dışarıdan dahil edilebilecek ayrıntılar eser üzerinde bozucu etkilere yol açabilir. Bağlantıların kurulması için dışsal referanslar ağına değil, bilincimizin gücüne güvenmemiz yeterli olacaktır.
Sylvie’yi hala okumadım, belki de hiç okumayacağım ama bu kitap bir işlev edindi benim zihnimde: Ne zaman “geçmişin ham hayalleri”nden söz eden puslu ve proustvari bir kitap okusam Nerval’in kısa anlatısını anımsayacağım.
Umberto Eco. Sıfır Sayı. Doğan Kitap. 2015.
Kırmızı Saçlı Kadın - Orhan Pamuk
Gençliğinin en çalkantılı zamanlarında olan bir erkek günün birinde olgunluğu ve cinsellikle dolu tutkuyu aynı bedende bulur ve ona, gördüğü anda, vurulurcasına, aşık olur. Kırmızı Saçlı Kadın'ın ilgimi çekme nedeni bunun bir delikanlılık romanı oluşuydu. Orhan Pamuk’un diğer romanlarında kullandığı öteki renkleri de düşündüğümde -kalenin beyaz oluşu, kitabın karalığı- kadının saç renginin kırmızı olarak seçilişinde bir sembolizasyon görüyorum. Arzu, yasak, suçluluk ve utanç gibi psikolojik ağırlığı olan sözcüklerin tamamını roman boyunca içinde hisseder Cem ve kırmızı saçlı kadın bu hislerinin vücut bulmuş karşılığı gibidir bence. Kadını gördüğü ilk andan itibaren içinde bir tutku alevi yanar ve gençlik ateşinin etkisiyle sarhoşluk yaşar gibidir Cem.
Cem’in ustasının mahvına sebep oluşunu düşündüğümde bunu kasıtlı bir arzuyla değil de yukarıda sözünü ettiğim sarhoşluk içinde istemsizce yapmış olduğu fikrine varıyorum. Aklını öylesine başından almıştı ki kırmızı saçlı kadın, başka şeylere ayıracak kadarı bile kalmamıştı kendisinde. Ustasının Cem’e öğütler verdiğini, yasaklar koyduğunu, disipline ettiğini de okuruz romanda. Belki de Cem ustasına duyduğu öfkeyi kadına duyduğu tutkuyla birleştirmiş ve kadına aşık olurken ustasını da öldürmek istemişti. Aşk-nefret ikilisi bir delikanlı için oldukça önem taşıyan duygusal karşıtlıklardan biridir. Romanın ikinci bölümü, yani Cem’in büyüyüşünün ve evlenişinin ardından geçen hikayeler ilgimi pek çekmedi. Ustasını kuyuda terkettikten ve kırmızı saçlı kadınla da zoraki bir kopuş yaşadıktan sonra roman temposundan önemli bir şeyler kaybetmiş, sıradan bir yaşamın vasatlığına gömülmüş gibi geldi bana.
Doğu ve batı kültürleri üzerine resim sanatı özelinde yapılan kıyaslamalar, gündelik hayatın değişimleri ve hatta romanın sonlarına doğru yaşanan ölümcül karşılaşma bile kitabın yeniden tempo kazanması için yeterli olmadı. Fazla kısa süren bir tutku, fazla basitleştirilmiş bir Odipal kriz ve tutkulardan kolaylıkla vazgeçilebiliyor oluşunda Orhan Pamuk tarzının dışında bir yavanlık var bence. Kitabın hacmini kısaltan da buymuş sanki; olgunlaşmasına izin verilmemiş bir hikayeydi okuduğum. Oysa çoğu Orhan Pamuk kitabında karakterler bir başka karakterin peşine düşerler ve onu arayışlarında kendilerine dair pek çok şeyle de karşılaşırlar, bir anlamda aslında kendileridir aradıkları. “Kırmızı Saçlı Kadın”daysa arayış nesnesini buluyor ve onun tarafından tatmin ediliyor, hem de oldukça acele bir biçimde. Arayış erken bir tatmine ulaştığında geriye ne kalır? Doyum yaşandıktan sonra yeniden aramak, yeniden arzulamak için bir zamana ihtiyaç vardır.
“Kırmızı Saçlı Kadın” tam da bir delikanlılık ya da gelişim romanı değil o halde. Olabilirdi ama bir şeyleri eksik bırakmış Orhan Pamuk. Bir şeyleri fazlasıyla görünür kılınmış ve “Cem-kırmızı saçlı kadın-usta” üçlüsünün aralarındaki ilişkiselliği kısa kesilişi de romanın içinde bir boşluğa neden olmuş. Cem delikanlılığında suçluluktan bağışık olmayan bir ilişki yaşıyor ama romanın devamında yaşananların onu nasıl etkilediğine dair hikayeler bulamadım.
Batı ve doğuda yaşanan farklı türdeki oidipal ilişkileri kıyaslayan satırlar aklıma gelince şunu düşündüm: Batılı bir roman değil “kırmızı saçlı kadın”. İçerisinde yasak arzulara dair her türlü malzemeyi barındırsa da roman, sonuçlarındaki muhafazakarlık bakımından batılı değil. Cem’in savruluşunu yapay bir çözüm olan evlilikle ötelemesi ve göstermemesi anlamında batılı değil. Romanın ilk bölümünü okuduğumda Cem karakteri oturdu zihnimde ve sonrasında hayal kırıklığına uğradım çünkü kafamdakiyle sayfaların devamındaki Cem hiç uyuşmuyorlar birbirlerine. Kafamdaki Cem pek çok şeyi başarabilecek ve sonunda kendini bulabilecek bir karakterken kitaptaki Cem son derece korkak bir adam. Delikanlılıktan yetişkinliğe ilerlemek yerine çocukluğa geri dönüyor adeta.
Dileğim Orhan Pamuk’un daha gizemli ve uzun romanlar yazması.
Orhan Pamuk. Kırmızı Saçlı Kadın. YKY. 2016.
7 Haziran 2017 Çarşamba
Pera'dan Beyoğlu'na - Orhan Türker
Geçen ay Orhan Türker'in Pera'dan Beyoğlu'na adlı inceleme kitabını okudum. Türker bu kısa ama özlü eserinde İstanbul'un eski Yahudi mahallesi sayılabilecek bu bölgenin profilini çıkarıyor ve geçmişten günümüze Beyoğlu özelinde İstanbul'un nasıl değiştiğini inceliyor. Bu eserin başlığını görünce hemen kitabı almak istedim ve öyle de yaptım. Çünkü eserde bahsi geçen semtler, benim İstanbul'da en sevdiğim ve en çok zaman geçirdiğim yerlerin başında geliyor. Bu nedenle hemen her ay gittiğim sokakların tarihini okuyacak olmak beni çok heyecanlandırdı. Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne dek yaklaşık 100 yıllık bir süreci ele alan eser, dün ve bugün kıyası açısından benim de bilhassa İstanbul özelinde düşünmeme neden oldu. Zira çocukluğumdan beri sürekli gidip geldiğim bu devasa şehri tanıyamaz oluyorum her İstanbul seyahatimde. Bu nedenle bu yazıda Türker'in eserinden aldığım ilhamla Pera, Beyoğlu ve diğer İstanbul semtlerine dair öznel görüşlerimi aktarmak gayesindeyim.
İstanbul her geçen gün akıl almaz bir hızla genişliyor, kalabalıklaşıyor. Bu büyümeye paralel olarak da havası, suyu, denizi kirleniyor. Çocukken Kadıköy sokaklarında gezişimi hatırlıyorum, her şey eskiydi. Evler, arabalar, kaldırımlar... Her şey eski ve yıkık döküktü; ancak her yer pırıl pırıl temizdi. Yani bir şeyin eski olması onun temiz olmasına asla engel değildir. Bugün Kadıköy sokaklarında gezerken yepyeni apartmanların arasından geçmeye çekiniyorum sokakların pis kokusu nedeniyle. Keza Türker'in eserinde ele aldığı Pera bölgesi de bu kötüye gidişten nasibini almış durumda. Türker bu bölgenin Rum, Ermeni, Levanten, Türk, Fransız; yani her milletten insanın uyum ve kardeşlik içinde yaşadığı bir semt olduğundan bahsediyor. Bugün Pera'ya gittiğiniz zaman kapısından geçmek için bir aylık maaşınızı vermek zorunda kalacağınız lüks mekanlar ve gene aşırı pahalı restoran ve kafeler bulunuyor. Yani kent çalışmalarının önemli bir kolunu teşkil eden mutenalaştırmadan bahsedebiliriz bu noktada. Eski mahalleleri, sahiplerinin elinden alarak allayıp pulladıktan sonra lüks semtler haline dönüştürme çabası olarak adlandırabileceğimiz mutenalaştırma, özellikle İstanbul'un pek çok semtinde insanın gözüne çarpıyor. Yok pahasına satın alınan arsalara gökdelen dikiliyor ve milyon dolarlardan satılıyor. Diğer bir ifadeyle sinagog, kilise ve caminin yanyana bulunduğu sokaklara girmek için şimdilerde özel site güvenlik noktalarını aşmak gerekiyor. Bir şehrin tarihini, kültürünü, bir şehri şehir yapan sokak hayatını yok etmek için bundan daha “iyi” bir yol olamazdı; ancak maalesef ülkemizde her alanda buna benzer pek çok icraat yapılıyor. Yani günü kurtarmak adına, yüzlerce yıllık gelenekler bir çırpıda yok edilebiliyor. Doğrusu Pera sokaklarında gezerken acaba burası Roma'da, Paris'te, Berlin'de olsa ne kadar özen gösterilirdi diyorum. Kadıköy'ün Berlin'in şahane kafeler semti Alexanderplatz'tan geri kalır yanı yoktu; ancak artık tarihi Bağdat Caddesi bile birbirinden çirkin binaların tecavüzü altında.
Sonuç olarak diyebilirim ki Pera, Beyoğlu, Taksim, İstiklal özelinde İstanbul'un günden güne cazibesini yitirişini gözlemleyebiliriz. Bu saydığım yerler İstanbul'un can damarları adeta. Ankara için Çankaya neyse buralar da İstanbul için aynı şeyi ifade ediyorlar. Sırf rant uğruna şehrin en renkli, canlı ve çok kültürlü mahallelerini yıkıp berbat edeceksek ve yıkmadığımızı da doğru düzgün restore edemeyeceksek bence o çok övündüğümüz kültür ve medeniyetimize en büyük kötülüğü yapmış oluruz. Zira bir toprağı vatan yapan bence üzerindeki kan değil, o toprak üzerinde gezen insanların hayalleri, sohbetleri, aşkları ve geleceğe dair umutlarıdır. Bunların üstünden buldozerle, kepçeyle, kamyonla, balyozla geçince bu toprağın hiçbir anlamı kalmaz. Bu nedenle Türker'in de dediği gibi bir tarihi mahallede zamanında kimler yaşamışsa yaşasın, orayı memleketimizin en kutsal yerlerinden ayrı görme hatasına düşemeyiz. Zira o sokaklar, o binalar, o anılar da bizim memleketimizin kökünü besleyen kaynaklardır.
Orhan Türker. Pera'dan Beyoğlu'na. Sel Yayıncılık. 2016.
Etkilenme Endişesi ve Borges Karamsarlığı
Jorge Luis Borges’in romanları üzerindeki etkisini konu edindiği, “Borges ve Etkilenme Endişesi” başlıklı makalesini okudum Umberto Eco’nun. Borges’in öykülerindeki (Ölüm ve Pusula, Yolları Çatallanan Bahçe, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius) labirent, kütüphane ve arşiv gibi izleklerini takip ettiğini ve romanlarında yansımalara yol açtığını yazıyor ve bu etkiler bütününü çözümlüyordu Eco. O öyküler olmasaydı, daha genel manada da Borges’in öyküleri bir okur olan Eco’yu etkilemeseydi “Gülün Adı” ya da “Foucault Sarkacı” asla oluşmayabilirdi.
İştahlı ve titiz bir okur, gözden geçirdiği ya da incelediği her yeni kitapta yazar olmaya bir adım daha yaklaşır. Okur olarak etkilendiğimiz yazarlar vardır ve onların kitapları ilgimizi daha fazla çeker başka yazarlardan. Hayranlık duymaktan idealize etmeye ya da kıskanmaya varıncaya dek son derece geniş bir duygulanımlar yelpazesi içinde etkileniriz onlardan. Gelecekteki bir gün etkilendiğimiz yazarlarınki gibi kitaplar yazma fikri zihnimizde belirebilir.
Etkilenme endişesinin olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Olumlu tarafını Eco örneğinden giderek açıklamak istiyorum: Borges’ten etkilenişi yıllar boyunca devamlılığını koruyabilmiş ve sonunda kendisi bir roman yazmaya başladığında anlatısında içerik oluşturacak malzemeye dönüşmüştür Eco’nun. Yani Borges’in öykülerini okumuş, zihninde demlenmesi için zaman tanımış ve yavaş yavaş özümsemiştir Eco. Böylelikle Arjantinli yazarın öyküleriyle kendi zihnindeki kurmacalar bir noktadan sonra ayrımsızlaşmış ve onları dönüştürerek kendi romanlarında kullanabilmiştir.
Bağlantılara duyarlı olmayan herhangi bir okurun “Gülün Adı”ndaki kütüphanenin Borges’in öyküsündeki arşive göndermede bulunduğunu farkedebilmesi imkansızdır çünkü kitabın yazarı, arşivi farkedilemez derecede kendisinin kılmıştır ki. Sonuç olarak Umberto Eco’nun Borges’in öykülerine duyduğu hayranlık olumlu bir güce dönüşmüş ve romanlarına içerik malzemesi sunmuştur.
Etkilenme endişesi her zaman başarıya ulaşamaz. Kitap yazmak isteyen biri okuduklarının etkisinde aşırı derecede kaldığında tıkanma yaşayabilir ve yazamaz. Yazmak için ön şarttır okumak ancak bir kere yazmaya başladığında elindeki kitapları okumayı bırakmalıdır bence yazar çünkü okumak ve yazmak iki farklı iştir. Yazma sürecinde bir yazarın etkisini zihninde hisseden birisinin geçmişin bu yükü altında üretmesi zordur. Yazmak için gerekli olan serbest ve boş zihnin işleyişini baltalar etkilenişler.
Çok iyi ve bilindik yazarları okumak keyiflidir ancak onları örnek alarak yazmak, özellikle de genç bir yazarsa söz konusu olan, engelleyici bir etkide bulunabilir. Diyelim ki bir okur olarak Dostoyevski romanlarına hayranlık duyan biri olsun. Günün birinde aynı kişi bir karar alsın ve desin ki, “Dostoyevski gibi yazacağım.” Görünüşte oldukça ufuk açıcı bir etkilenme olan bu durumun olumsuzluğu kişi yazmaya başladığında gösterir kendisini. Karakterleri bir mekanın içerisinde ilişkiye sokma becerisi mükemmel olan Dostoyevski’ninki gibi sahneler yaratamadığını gördüğünde kapılacağı his hüsran olacaktır yazar adayının. Kendi kaleminden çıkmış hikaye parçalarını sonradan bir daha okuduğunda Dostoyevski’nin soluk taklitlerini ürettiğini görüp öfkeye de kapılması muhtemeldir bu hayali kişinin. Eğer olumsuz duygularına yenik düşer ya da hırsa kapılırsa etkilenme endişesi yüzünden boğulur ve beceriksizliğine kızarak hiçbir şey üretemez hale gelir. Bu yazar adayının hatası Dostoyevski’yi kafasından çıkaramamak olmuştur. Duyduğu hayranlık aşırıdır ve kendi ürettiklerini değersiz görmesine yol açmıştır. Dostoyevski’nin yaşadığı çağın niteliklerini, içsel ve dışsal koşulların farklılığını göz önüne almamış ve at gözlükleri takarak kendi bildiğini okumuştur.
İki sonuç çıkardım Eco’nun etkilenme endişesinden:
1-) Etkilenmelerin yaratıcılığa dönüşmesi için çabaya ve zamana ihtiyaç vardır.
2-) Etkileyici yazarlarla kurulan zihinsel ilişkilerde bir mesafe duygusu gereklidir ve bunun sağlanamadığı durumlar yazma sürecini kesintiye uğratabilir.
Umberto Eco. Edebiyata Dair. Can Yayınları. 2016.
Marie Kondo Şahanesi: Hayatı Sadeleştirmek İçin Derle Topla
Haftasonu Japon organizasyon uzmanı Marie Kondo'nun Hayatı Sadeleştirmek İçin Derle Topla Rahatla adlı eserini okudum. Kondo eserinde gündelik hayatta hiç önemsemediğimiz, ancak genele vurulduğunda bize çok vakit kaybettiren işleri belli bir düzene sokarak hayattan zaman kazanmanın tekniklerini ele alıyor. Verimlilik ve düzen konusunda böylesine faydalı bir eserin Japon bir yazar tarafından kaleme alınmasına doğrusu hiç şaşırmadım, zira Japonlar bilindiği üzere tertipli olmalarıyla bilinen insanlardır. Son derece eğlenceli ve yararlı bilgilerin yer aldığı bu kitabı okurken hem keyif aldım hem de bir miktar üzüldüm; çünkü şimdiye dek kolayca halledilebilecek pek çok işe gereksiz zaman harcamışım. Diğer yandan zamanla yarıştığımız bu devirde düzenli olma konusunda edindiğim bilgiler nedeniyle de çok yararlı bir okuma oldu bu kitap. Bu yazımda Kondo'nun verdiği tertip ve verimlilik taktiklerinden ziyade yine yazarın kitabın bütününde vurguladığı 'zamanla yarış ve fazlalıklardan kurtulma” meseleleri üzerine eğilmek istiyorum.
Günümüzde zamanla yarışıyoruz. Her gün her dakika mutlaka yetişmemiz gereken bir yer, yapmamız gereken bir iş var. Modern hayatın iki farklı yüzü olduğundan bahsedilir, bir aydınlık yüzü ve bir de karanlık yüzü. İşte bence bu karanlık yüzünün en bariz olduğu noktalardan biri de akıl almaz derecedeki hız ve akış. Bu kadar hıza ve uyarana maruz kalmak bana kalırsa insanın doğal dengesini alt üst edebilecek bir arızaya işaret ediyor. Her an bir yerlerde görüntü bombardımanına maruz kalıyoruz. Telefonlar, televizyonlar, trafik, gürültü, borçlar, krediler, faturalar vb. derken tam bir keşmekeş içinde yaşadığımızı düşünüyorum. İşte bu kaosun içinde Kondo'nun da savunduğu gibi sadeleşmek gerekiyor. Fazlalıklardan, “olmasa da olur”lardan, yararı olmayan şeylerden kurtulmak lazım. Bu kurtuluşa hem insanlar hem de nesneler dahil olabilir bana kalırsa. Uzun bir süredir insan ömrünün ne kadar kısa olduğuna dair düşünme fırsatım oluyor ve düşüncelerden vardığım bir sonuç var. O da bu kadar kısa bir hayatta gereksiz hiçbir şeyle uğraşmamak gerektiği. Diğer bir ifadeyle kangren olan parmağı kesip atma gerekliliği. Zira umursamadığımız ya da görmezden geldiğimiz pek çok ilişki ve iş, bir süre sonra hayatımızın tümüne adeta bir ur gibi yayılarak bütünü mahvedebiliyor. Bu nedenle hayatta net kararlar verip bu kararları uygulamak ve bazen kestirme yollardan gitmek gerekiyor bana kalırsa. Bir yere varmayacağı kestirilen ilişkiler sonlandırılmalı, bir sonuca bağlanmayacağı bilinen eylemler terk edilmeli bence. Bu düşüncemi yakın dostlarıma anlattığım zaman sık sık bencillikle ve acımasızlıkla suçlanıyorum; ama ben sanıldığı gibi bencil bir tavırla değil, tamamen faydacı bir bakış açısı nedeniyle böyle düşünüyorum. Yani kısacık ömrümüzü zenginleştirmek yerine vasatlaştıran ilişki ve eylemleri sürdürmenin hiçbir anlamı olmadığını düşünüyorum.
Bir insanın yaşamak için milyon dolarlara, binlerce kişiden oluşan bir telefon rehberine değil; karnının doymasına, barınmasına ve sohbet edebileceği bir aile ve dostlara ihtiyacı vardır bence. Bu saydıklarımın yanına elbette bazı güvencelerin gelmesi yaşamı rahatlatır, ancak sırf dolu dolu yaşamak uğruna boş ilişki ve işlerle meşgul olursak aslında gerçek anlamda bir şey yaşayamayız diye düşünüyorum, sadece -mış gibi yaparız. Bu bağlamda sonuç olarak diyebilirim ki halihazırda kavramsallaştırmaya çalıştığım fazlalıklardan kurtulma meselesine dair taze bakış açıları kazandırması nedeniyle Kondo'nun eserini büyük bir keyifle okudum. Kondo'nun da yaptığı gibi hareket serbestisi kazanmak ve omuzlarındaki yükten kurtulmak isteyen herkese hem ilişkilerini hem de sahip olduğu nesneleri yeniden gözden geçirmeye davet ediyorum. Muhakkak kurtulacağınız bir şeyler çıkacaktır!
Marie Kondo. Hayatı Sadeleştirmek İçin Derle Topla Rahatla. Epsilon Yayınları. 2015.
Gürsel Korat'ın Unutkan Ayna Romanında Kapadokya
Geçenlerde Gürsel Korat'ın Unutkan Ayna adlı eserini okudum. Anne tarafından Nevşehirli olduğum için Kapadokya'ya özel bir ilgim var. Edebiyatımızda da Kapadokya bölgesinin tarihi araştıran ve bu araştırmalarını şahane bir üslup ve kurguyla romanlaştıran yazarların en önemlisi ve hatta birincisi Gürsel Korat. Kapadokya'da yaşayan eski halkların kadim geleneklerini adeta bir arkeolog, antropolog edasıyla araştıran ve bir zamanlar bu bölgede yaşayan insanların hikayelerini, geleneklerini, yaşam tarzlarını Korat gibi usta bir isimden, akıcı ve çoğu zaman çarpıcı bir üslupla okumak bana çok keyif veriyor. Son eseri Unutkan Ayna'da da yazar yine bu bölgeyi eserine dekor olarak kullanıyor, fakat dekor demek biraz yanlış olur. Zira onun eserlerinde Kapadokya'nın kendisi öykülerin baş kahramanı adeta. Sırf bu nedenlerle satın alıp okumaya başladığım Unutkan Ayna beni gene şaşırtmadı ve keyifli birkaç gün yaşamamı sağladı. Bu yazıda da bu romandan hareketle Kapadokya bölgesi özelinde edebiyatta mekan meselesini irdelemek istiyorum.
Yeni mekanlar görmek beni her zaman heyecanlandırmıştır. Yeni mekanlar derken de illa Kapadokya, Paris, Moskova, Ayder Yaylası, Bodrum gibi turistik yerleri kast etmediğimi belirtmeliyim. Sıradan bir Anadolu kasabasının kahvehansinde oturup çay içerek insanları seyretmek kadar zevk aldığım çok az şey vardır. Yani esas olan eskilerin dediği gibi "tebdil-i mekan"dır benim için, hava değişiminde her zaman ferahlık vardır. Her zaman yaşadığım şehirden birkaç günlüğüne uzaklaşıp yeni kültürler, yeni insanlar, yeni sokaklar görmek bana her daim ilham vermiştir. İşte bu anlamda Gürsel Korat'ın Kapadokya'yı ele alışını son derece beğeniyorum. Yani mekanın özünü bilen ve her gün mekan hakkında yeni bir şeyler keşfetmenin coşkusunu yaşayan bir insan olarak Korat, edebiyatımızda belli bir mekanı, yani Kapadokya'yı çok büyük bir incelikle işliyor. Kapadokya da böylesine meraklı bir zihin ve ince kalem için bulunmaz bir fırsat doğrusu. Erciyes Dağı'nın engin zirvelerinden taşarak milyonlarca yıl önce Kapadokya Havzası'nda biriken lavların zamanla şekillenmesiyle oluşan peri bacaları, sanki tarih öncesi çağlardan beri şahit oldukları olayları, insanları ve medeniyetleri duymasını bilen kulaklara usulca fısıldıyor gibidir. Dünyanın belki de hiçbir yerinde görülmeyen bu doğa harikalarının biçimsel ve içsel özelliklerini yılmadan usanmadan anlatabilmesi bakımından Gürsel Korat'ı ayrı bir yer koymak gerektiğini de eklemek gerekir. Unutkan Ayna adlı eserinde 20. yüzyılın başlarında bölgede yaşayan halkların hayatını, bölgede çok eski çağlardan beri sürüp gelen gelenekler ve yaşam tarzları bağlamında aktarmasını eserde çok beğendim. Adeta okuru da alıp 100 yıl öncesine götürüyor, bunu yaparken de bölgenin tarihine hakim olması nedeniyle 100 yılı da aşıp zaman zaman 1000 yıllık bir yolculuğa çıkarıyor yazar.
Sonuç olarak diyebilirim ki Korat gibi bir yazara ve Kapadokya gibi bir bölgeye sahip olduğumuz için şanslı sayabiliriz kendimizi. Bu ikiliden daha iyi bir şey varsa o da yazarın bu coğrafyaya duyduğu sarsılmaz sevgi ve saygı. Zira edebiyatımızda mekanların ve şehirlerin birincil önemde olduğu eserleri bulmak pek kolay değildir. Genelde bizde coğrafya sos olarak kullanılır ve hikayenin kendisine doğrudan etki yapmaz. Elbette kendi birikimim dahilinde böyle bir iddiada bulunuyorum; ancak Gürsel Korat'ın kalem işçiliği ile Kapadokya'nın binlerce yıllık tarihini ve kültürünü eşelemesi kadar incelikli bir edebi eser göremedim henüz. Bu anlamda edebiyatta mekan meselesini önemsiyor ve oturduğunuz koltuktan kalkıp Göreme'ye, Ürgüp'e, Orta Anadolu'ya doğru şöyle bir uzanmak istiyorsanız bu eseri muhakkak okumalısınız.
Gürsel Korat. Unutkan Ayna. Yapı Kredi Yayınları. 2015.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)