Geçenlerde İnovasyon ve Girişimcilik adlı bir kitap okudum. Kitabın yazarı da Peter Drucker girişimcilik ve şirket yönetimi konusunda oldukça tecrübe bir isim olunca kitap daha da ilgimi çekti. Zira uzunca bir süredir ileride kendi işimi kurma düşüncesine sahibim, bu nedenle başarılı bir girişimci olmak için ne tür becerilere sahip olmam gerektiği konusuna sistemli bir okuma yapmaya çalışıyorum. Drucker'ın hepimizin adı gibi bildiği şirketlerin kuruluş hikayelerini ve dünyanın en başarılı girişimcilerinin sahip olduğu ortak özellikleri son derece akıcı ve keyifli bir üslupla ele alması bu eseri birkaç günde okuyup bitirmemi sağladı ve bu süreçte çok şey öğrendim diyebilirim. Yani bir işletme bölümünün öğrenciye dört yılda kazandırmaya çalıştığı bir perspektifi bir kitap birkaç günden kazandırabiliyormuş bunu gördüm. Ancak kitabı okurken de ülke olarak girişimci zihniyete ne kadar soğuk baktığımızı fark ettim. Bu yazıda Drucker'ın eserinden edindiğim izlenimlerden hareketle ülkemizdeki girişimcilik meselesini ele almak istiyorum.
Drucker eserinde girişimciliğin ve inovasyonun (Türkçesiyle yenilikçiliğin) ancak sürüden ayrılarak mümkün olduğunu ileri sürüyor. Yani gerçek bir girişimci adayı, yaşadığı toplumun gerçeklerini bilir, ancak bu gerçeklere biat etmek zorunda değildir. İçinde yaşadığı toplumda bulunan sorunları tespit eder ve bu sorunları çözmek amacıyla bir ürün ya da hizmet geliştirir. Drucker'ın bu konuyu örneklerle aktarmasının ardından ülkemizdeki şikayet kültürü geldi aklıma. Maalesef ülkemizde yoğun bir şikayet kültürü hakim. Yolunda gitmeyen şeylere karşı herkes sesini yükseltebiliyor, ancak sonuç olarak kimse bu yanlış gidişata dur demek için bir inisiyatifte bulunmuyor. Yani diyebilirim ki girişmeden girişimcilik yapmaya kalkıyoruz biz. Hayata ve dünyaya dair hiçbir proje üretmeden yalnızca sözel düzeyde girişimcilik yapıyoruz. Kendi çevremden yola çıkarak tüm arkadaşlarımın ve akrabalarımın “süper bir fikri” olduğunu söyleyebilirim. Hemen hepsi “Dur şu okul bi' bitsin, dur şu borçlar bi' bitsin de o zaman gör sen beni.” gibi bir yaklaşım içindeler. Yani hepsi rahata kavuştuktan sonra bu “süper” iş fikirlerini gerçeğe dönüştüreceklerini ileri sürüyorlar. Ancak dünyanın en büyük şirketlerinin kurucularının hayat hikayelerine baktığımızda hemen hepsinin ceplerindeki son 100 dolar ve dur durak bilmeden gösterdikleri çaba ile başarılı olduklarını görebiliyoruz. Dünyanın en zengin insanı ve Microsoft'un kurucusu Bill Gates, konfor içinde yaşayarak mı kurdu bu koca imparatorluğu? Elbette hayır. Gates'in hayatında Microsoft'tan önce pek çok başarısız girişim bulunuyor, ancak onun hiçbir başarısızlık karşısında pes etmediğini, içindeki meraklı çocuğu asla durdurmadığını görebiliyoruz. Bu nedenle ülkemizdeki “rahatçı” yaklaşım devam ettiği sürece dünya çapında büyük şirketler kuramayacağımızı düşünüyorum ben. Rahatçı yaklaşımı “Aman oğlum devlete sırtını yasla, devlet seni aç bırakmaz.” düşüncesiyle açıklayabiliriz. Bu sözü hemen hemen tüm anne babalar çocuklarına yöneltmiştir. “Yapma demiyorum, hobi olarak yine yap. Ama mutlaka sigortalı bir işin olsun.” Bu yaklaşım alt ve orta üst gelir düzeyindeki tüm ailelerde geçerli. Doğrusu bilemiyorum, bu yaklaşımı eleştirmek doğru mu. Her anne baba çocuğunun geleceğini garanti almasını ister, ancak girişimcilik, yenilikçilik, ortaya daha önce hiç olmayan bir ürün ya da hizmet koymak bu zihniyetle olacak şeyler değildir diye düşünüyorum.
Toparlamak gerekirse girişimcilikte tereddüte gerek yoktur. Süper bir iş fikri olan insan, bu fikri hemen şimdi gerçeğe dönüştürmek ister. Bizdeki gibi rahata erişmek gibi bir amaç gütmez. Çünkü büyük başarılar, ancak belli bir amacı her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek istemekle mümkündür. Diğer bir deyişle büyük başarılar, ancak rahattan değil, kaostan beslenir diye düşünüyorum.