9 Mayıs 2021 Pazar

Bizden Musk Neden Çıkmaz?

Geçenlerde İnovasyon ve Girişimcilik adlı bir kitap okudum. Kitabın yazarı da Peter Drucker girişimcilik ve şirket yönetimi konusunda oldukça tecrübe bir isim olunca kitap daha da ilgimi çekti. Zira uzunca bir süredir ileride kendi işimi kurma düşüncesine sahibim, bu nedenle başarılı bir girişimci olmak için ne tür becerilere sahip olmam gerektiği konusuna sistemli bir okuma yapmaya çalışıyorum. Drucker'ın hepimizin adı gibi bildiği şirketlerin kuruluş hikayelerini ve dünyanın en başarılı girişimcilerinin sahip olduğu ortak özellikleri son derece akıcı ve keyifli bir üslupla ele alması bu eseri birkaç günde okuyup bitirmemi sağladı ve bu süreçte çok şey öğrendim diyebilirim. Yani bir işletme bölümünün öğrenciye dört yılda kazandırmaya çalıştığı bir perspektifi bir kitap birkaç günden kazandırabiliyormuş bunu gördüm. Ancak kitabı okurken de ülke olarak girişimci zihniyete ne kadar soğuk baktığımızı fark ettim. Bu yazıda Drucker'ın eserinden edindiğim izlenimlerden hareketle ülkemizdeki girişimcilik meselesini ele almak istiyorum. 

Drucker eserinde girişimciliğin ve inovasyonun (Türkçesiyle yenilikçiliğin) ancak sürüden ayrılarak mümkün olduğunu ileri sürüyor. Yani gerçek bir girişimci adayı, yaşadığı toplumun gerçeklerini bilir, ancak bu gerçeklere biat etmek zorunda değildir. İçinde yaşadığı toplumda bulunan sorunları tespit eder ve bu sorunları çözmek amacıyla bir ürün ya da hizmet geliştirir. Drucker'ın bu konuyu örneklerle aktarmasının ardından ülkemizdeki şikayet kültürü geldi aklıma. Maalesef ülkemizde yoğun bir şikayet kültürü hakim. Yolunda gitmeyen şeylere karşı herkes sesini yükseltebiliyor, ancak sonuç olarak kimse bu yanlış gidişata dur demek için bir inisiyatifte bulunmuyor. Yani diyebilirim ki girişmeden girişimcilik yapmaya kalkıyoruz biz. Hayata ve dünyaya dair hiçbir proje üretmeden yalnızca sözel düzeyde girişimcilik yapıyoruz. Kendi çevremden yola çıkarak tüm arkadaşlarımın ve akrabalarımın “süper bir fikri” olduğunu söyleyebilirim. Hemen hepsi “Dur şu okul bi' bitsin, dur şu borçlar bi' bitsin de o zaman gör sen beni.” gibi bir yaklaşım içindeler. Yani hepsi rahata kavuştuktan sonra bu “süper” iş fikirlerini gerçeğe dönüştüreceklerini ileri sürüyorlar. Ancak dünyanın en büyük şirketlerinin kurucularının hayat hikayelerine baktığımızda hemen hepsinin ceplerindeki son 100 dolar ve dur durak bilmeden gösterdikleri çaba ile başarılı olduklarını görebiliyoruz. Dünyanın en zengin insanı ve Microsoft'un kurucusu Bill Gates, konfor içinde yaşayarak mı kurdu bu koca imparatorluğu? Elbette hayır. Gates'in hayatında Microsoft'tan önce pek çok başarısız girişim bulunuyor, ancak onun hiçbir başarısızlık karşısında pes etmediğini, içindeki meraklı çocuğu asla durdurmadığını görebiliyoruz. Bu nedenle ülkemizdeki “rahatçı” yaklaşım devam ettiği sürece dünya çapında büyük şirketler kuramayacağımızı düşünüyorum ben. Rahatçı yaklaşımı “Aman oğlum devlete sırtını yasla, devlet seni aç bırakmaz.” düşüncesiyle açıklayabiliriz. Bu sözü hemen hemen tüm anne babalar çocuklarına yöneltmiştir. “Yapma demiyorum, hobi olarak yine yap. Ama mutlaka sigortalı bir işin olsun.” Bu yaklaşım alt ve orta üst gelir düzeyindeki tüm ailelerde geçerli. Doğrusu bilemiyorum, bu yaklaşımı eleştirmek doğru mu. Her anne baba çocuğunun geleceğini garanti almasını ister, ancak girişimcilik, yenilikçilik, ortaya daha önce hiç olmayan bir ürün ya da hizmet koymak bu zihniyetle olacak şeyler değildir diye düşünüyorum.

Toparlamak gerekirse girişimcilikte tereddüte gerek yoktur. Süper bir iş fikri olan insan, bu fikri hemen şimdi gerçeğe dönüştürmek ister. Bizdeki gibi rahata erişmek gibi bir amaç gütmez. Çünkü büyük başarılar, ancak belli bir amacı her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek istemekle mümkündür. Diğer bir deyişle büyük başarılar, ancak rahattan değil, kaostan beslenir diye düşünüyorum.

Dönme Dolap

Uzun bir süredir Kindle kullandığım için fiziki kitaplardan da epey uzaklaştım. Yani basılı bir kitabı baştan sona okuyalı nereden baksanız 5 yıl olmuştur. Buna karşın zaman zaman evdeki kitapları karıştırıyorum. Kitapların üzerine aldığım notlar, altını çizdiğim yerler, ayraç olarak kullandığım eski fişler, biletler derken geçmişe geri dönüyorum. Böyle durumlarda benim dikkatimi en çok çeken şey, örneğin 7 yıl önce bir kitapta nerelerin altını çizdiğim oluyor. Kitabın o bölümünü tekrar okuyorum ve neyi hangi amaçla vurguladığımı, nelere önem atfettiğimi anlamaya çalışıyorum. Son zamanlarda basılı halini okumaya çalıştığım kitaplardan birinin de tam bu konuya "yeniden okumaya" değinmesi bu konu hakkındaki görüşlerimi toparlama konusunda bana cesaret verdi. Doğan Hızlan'ın Yeniden Okumak adlı deneme kitabında yıllar sonra bir metne geri dönüşte neler yaşandığı, bir kitabı niçin yıllar sonra tekrar okumak gerektiği gibi keyifli ve aydınlatıcı konulara değiniliyor. Bu meseleye Hızlan'ın de önem vermesi, beni teşvik etti diyebilirim.

Bir kitabı, filmi, albümü yıllar sonra ziyaret etmek de tıpkı çocukluğun geçtiği mahalleyi ziyaret etmek gibidir bana kalırsa. Her şeye taptaze bir gözle bakmayı sağlayan bu ziyaret esnasında insan geçen zaman aralığında ne kadar geliştiğini, ya da en azından ne kadar değiştiğini fark edebilir. Ben hayatımda bu tür “ayna” işlevi gören “geri dönüşlere” büyük önem veriyorum. Zira kendimi ancak daha önce ilgi duyduğum veya duymadığım bir şeyle yıllar sonra tekrar karşılaştığımda verdiğim tepki üzerinden değerlendirebilirim. Benim aynam budur. Örnek vermek gerekirse lise yıllarında edebiyat öğretmenimizin sürekli Behçet Necatigil şiirleri okuması, ondan bahsetmesi amiyane tabirle beni ve arkadaşlarımı “bayıyordu”. Ne buluyor bu insan bu şiirlerde diyor, ergen ve asi tavırlarla Türkçe Rock müzikte ısrar ediyorduk. Bugün bakıyorum da Türkçede Rock müzik namına neredeyse hiçbir şey üretilmemiş. O eski şarkıları dinlerken kendimden utanıyorum ben bunu nasıl bayıla bayıla dinliyordum diye. Buna karşılık Behçet Necatigil şiirlerini ve genel anlamda şiiri şimdilerde kendime çok yakın buluyorum. Bilhassa Necatigil'in “Dönme Dolap” adlı enfes şiiri, aslında benim burada anlatmaya çalıştığım yaşam döngüsü meselesini çok başarılı bir ritmde sunuyor. Kişinin kendi iç dünyasına dönüp olan biteni anlaması müthiş bir hızla akıp giden hayatlarımızda oldukça zor. Yediğimiz şeylerin tadını almadan tüketiyoruz. Abur cubur kültürü her yanı sardı. İzlediğimiz bir filmi idrak etmek için o filme yeterince zaman tanımadan bir tane daha, sonra bir tane daha film izliyoruz. Bunları insan ilişkilerine de yansıtıyoruz. Günübirlik ya da çok kısa süreli ilişkiler yaşıyor ve ruhumuzun kimyasını bozuyoruz. En azından benim kişisel tecrübelerim hep böyle oldu. Bir şeyler daima erken tükettim. 

İşte bu bozulmaya karşı, insanlığımı tekrar kazanmak, kim olduğumu ve nereye gittiğimi görmek bakımından eskilere, eski dostlara, eski mahalleye, eski kitaplara, eski filmlere dönmeyi çok seviyorum ben. Bir nevi muhasebe yapıyor, eski defterleri, kapanmamış defterleri tekrar kontrol ediyorum. Zevklerimin, ilgi alanlarımın, “gönlümün” ne yöne kaydığını görmek bakımından insanın “yeniden okuma” yapmaya önem vermesi gerektiğini düşünüyorum tıpkı Hızlan gibi. Çünkü geçmişimde, bugünkü bana dair pek çok ipucu var. Geçmişte nasıl düşündüğümü, ancak geçmişte okuduğum metinlerin nasıl bir duygu uyandırdığı ile ölçebilirim. Bu yöntemi kendi adıma en ideal yol olarak görüyorum. O yüzden geçmişle yüzleşmek, geçmişe dönmek ve geçmiş ile bugün kıyaslaması yapmak önemli bir alışkanlıktır diye düşünüyorum.


Kırmızı Kazak

Meltem Gürle'nin Kırmızı Kazak adlı kitabında yer alan denemeler, son dönemlerde okuduğum en sıkı metinlerdi. Ya okul nedeniyle ya da başka nedenlerle bilemiyorum, kendimi kurmacadan  uzaklaşır halde buluyorum son yıllarda. Artık deneme, inceleme, araştırma gibi kurmaca dışı eserlere yöneliyorum. Bunda kavramları ve olguları daha iyi anlama ve öğrenme isteği de var diyebilirim. Tabii ki bir araştırma eserinin anlatamadığını bir şiir kolaylıkla dile getirebilir, bunu kabul ediyorum ancak yine de denemeler, incelemeler beni daha çok çekiyor. Gürle'nin eserinde de gündelik yaşama dair harika bir üslupla kaleme alınmış onlarca deneme bulunuyor. Bu denemeler içinde benim zihnimde ise en çok teknoloji ve gençlik arasındaki ilişkiyi ele alan deneme yer etti diyebilirim. Bu yüzden bu meseleyi kendi çapımda bir miktar açmak istiyorum.

Benim de dahil olduğum nesil başta olmak üzere teknolojinin içine doğan bir kuşak geliyor. Bu kuşak daha doğar doğmaz, tabletle, akıllı cihazlarla ve internetle sarmaş dolaş oluyor. Yani daha henüz gerçek dünyayı keşfetmeden sanal bir dünyanın içine giriliyor. Teknoloji gün geçtikçe gelişmeye devam edecek ve 2018 itibarıyla hayal dahi edemeyeceğimiz pek çok yenilik bundan 5-10 yıl sonra hayatımızda olacak. Bu çok güzel bir durum, teknolojinin sınırlarını önceden kestirememek beni epey heyecanlandırıyor. Fakat bir durum var daha var odaklanılması gereken. O da yeni neslin bu teknolojilerden ne şekilde yararlandığı. Daha açık bir söyleyişle, sanal ve reel dünya arasında dengenin nasıl kurulması gerektiği büyük bir soru işareti olarak öylece bekliyor. 3 yaşındaki bir çocuğun, örneğin yeğenimin, GTA 5 gibi silahların, uyuşturucuların ve akla gelebilecek her türlü suç unsurunun bolca kullanıldığı bir oyunu oynayabilmesi ve ebeveynlerinin “Hepsi böyle şekerim, bu yeni nesil çok fena.” gibi naiflikle umursamazlık arasında bir yere konumlanması, bana üzerinde ciddi şekilde düşünülmesi gereken bir konu gibi geliyor. Bu çocukların ve gençlerin, formasyon çağlarında doğa ile, toprak ile, bulutların şekilleriyle, yaprakların dokularıyla, hayvanların desenleriyle ilgilenmeleri gerekir diye düşünüyorum ben. Çünkü içine doğduğu doğal koşulları bilmeyen bir  insan, hayata adapte olmakta büyük zorluk çekecek, her şeyi oyunlarda olduğu gibi “shortcut, hack” gibi hilelerle çözüme kavuşturmaya çalışacaktır. Gel gelelim, hayat hile kabul etmez. Hayattaki en ufak bir başarının ardında bile ciddi bir adanmışlık vardır. Bu bakımdan özellikle çocukların ve gençlerin teknolojinin sağladığı kolaylıkları eksik yorumlayarak istedikleri şeylerin çabucak gerçekleşmesi yönünde yorumlamalarının ileride bilim-kurgu filmlerinde (Örneğin Black Mirror'da) olduğu gibi kaotik ve distopik durumlara sebep olabileceğini söylemek mümkün görünüyor bana.

Emek, vefa, dostluk, doğa sevgisi gibi temel insani değerlere sahip olmak için kişiliğin şekillenmesinde büyük önem arz eden çocukluk ve gençlik yıllarının bilgisayar başında heba edilmemesi gerektiğini düşünüyorum kısaca. Bunu başarabilmek için de evvela anne, baba ve eğitimcilerin meseleye el atması, çocuklarına doğru bilgileri aşılamaları gerekiyor sanki. Teknolojiyi geliştiği için suçlayamayız, ancak çocukların eğitimini ve gelişimini sağlayan ortamlardan sorumlu kurumları ve kişileri bu noktada baskı altına alarak gereken düzenlemelerin yapılmasını sağlayabiliriz. Çünkü insan ancak belli  bir toplumsallık içinde yaşarsa insanlığını sürdürebilir. Tümüyle içine kapalı, bireyselliğin tavan yaptığı bir insan topluluğu arasında hiçbir hukuki ve insani bağın kalmayacağını önceden söylemek bana abartı gibi gelmiyor.  O nedenle diyorum ki bilgisayarın başında video izlemektense, sokağa çıkıp insanları izlemek daima daha tercih ve teşvik edilesi bir şeydir! 


Unfollow Acısı

Birkaç hafta önce D&R'da gezinirken bir kitap dikkatimi çekti. Sanal Aşk: İnternet Çağında Aşk ve Istırap adlı bu inceleme eserini tekli bir koltuğa oturup yarım saat kadar okudum ve kitapta kendimden o kadar şey buldum ki... İnternet ve duygu dünyası arasındaki gerilimli ilişkinin son derece sade ve zevkli bir biçemle ele alındığı bu eseri satın alıp birkaç gün içinde de bitirdim. Teknoloji ve aşk ilişkisi oldum olası benim düşüncelerime meze yahut malzeme olmuştur. Çünkü ben biliyorum ki aşk, kalbe çift tıklamakla ya da ayrılık "unfollow" ile gerçekleşecek kadar bayağı kavramlar değil. Buna karşın çağımızda duyguların büyük oranda sanal ortam aracılığı ile yürütüldüğünü reddedecek kadar da teknoloji cahili değilim. Ne olursa olsun, ben aşk ve duygu konularında en azından akranlarıma kıyasla biraz eski kafalı biri olduğum için romantik ilişkilerde teknolojinin yerini en aza indirgemeye çalışırım. Milyonların ekmeği suyu haline gelmiş sanal mecraya karşı ne kadar kürek çeksem de azdır, ancak yine de biraz otantisite arayışı içinde olan bir kimse olarak bu konuda söyleyebileceğim birkaç şey var diye düşünüyorum.

Öncelikle bugün yaşadığımız koşulların tarihsel bir sürecin sonunda ortaya çıktığını kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum ben. Yani "internet geldi, her şeyi sildi süpürdü" gibi indirgemeci bir yaklaşımı hep sığ ve çiğ bulurum. İnternet sadece bir araç. Otomobil sadece bir araç. Otomobil değildir trafik kazalarına neden olan, direksiyonun başındaki kanlı canlı insandır. Bu bakımdan genelleme yapılmasını doğru bulmam. Çağımızın bir gerçeği artık sanal ortam ve bundan ilişkiler de nasibini almış halde. Peki buna teslim olmak zorunda mıyız? İnternet diye bir şeyin varlığı sahiciliğin önüne konmuş koca bir kaya mıdır? Bence böyle olmak zorunda olmamasına karşın pek çok insan, meseleye dar bir açıdan baktığı için evet öyle. İnsanlar, sanal ortam üzerinden karşısındaki kişiyi hiç görmeden aşık oluyor, yine de karşıdaki kişiyi görmeden bu aşk ilişkisini sonlandırıveriyor! Bunun neresinde "aşk"  var doğrusu bilemiyorum. Sanal aşk gibi bir sıfat tamlamasının geçerli olup olmadığından da emin değilim. Aşkın önüne herhangi bir sıfat getirilmemesini daha doğru bulduğumu söyleyebilirim ama. Aşkın önüne gelen sıfatlar, onun saflığına daima halel getirir bence. Aşkın halleri meselesi bir yana, insanların duygu dünyasında da bir sığlaşmanın varlığını teslim etmek gerekir. Üzüntü tam üzüntü değil. Neşe tam neşe değil. Tatsız tuzsuz bir garip yahni halinde duygular alemi. Bu noktada kendi tercihlerimi ve tecrübelerimi dikkate alıyorum da benim gibi insanların sayısının azaldığını üzüntüyle karşılıyorum. “Benim gibi insanlar” derken de övünecek bir yer arıyor değilim. Duygularını özel bir alanda yaşamak isteyen, kimseye bir şey gösterme ve kanıtlama çabası içinde olmadan samimi ve candan bir ilişki isteyenn kişilerden bahsediyorum ki bunun övünülesi değil, herkesin sahip olması gereken bir özellik olduğunu düşünüyorum. Yani normal olan, övünülesi bir şey haline gelmiş gibi bir durum var ortada ki bu tehlikelidir. Sıradanın yüceltilecek hale gelmiş olması tehlike çanlarının çaldığı anlamına gelir bana kalırsa.

Toparlayacak olursam sanal aşklar da olur hastalıklı aşklar da tutkulu aşklar da... Önemli olan bu ilişkiler bir şekilde bittikten sonra geriye nelerin kaldığıdır bence. Aşk ilişkisi bittikten sonra öyle ya da böyle, daha gelişmiş ve daha olgun bir insan olamıyorsak boşa vakit harcanmış demektir. Görünen o ki sanal aşkların büyük ölçüde yıldırım hızıyla başlayıp yıldırım hızıyla bitmesi de geriye herhangi bir anlamlı bakiye bırakmaz. Bu noktada ben herkesi aşk kavramı hakkında göstermelik değil, samimi bir şekilde düşünmeye davet ediyorum.






Her Şey Çok Güzel Olacak İdi

Her Şey Çok Güzel Olacaktı! Geçenlerde Orhan Türker'in Pera'dan Beyoğlu'na adlı eserini okudum. Türker'in büyük bir titizlikle ve hoş bir anlatımla kaleme kaleme aldığı bu eserde Osmanlı'dan bu yana azınlıkların semti olmuş Pera'nın dönüşümü anlatılıyor. Dönüşüm, yaşanan olaylar ve devlet politikaları sıkı bir araştırma ve sözlü tarih çalışmasıyla çok iyi anlatılmış. Ben bu eseri okuduktan sonra Cem Yılmaz'ın Her Şey Çok Güzel Olacak (1998) adlı ilk ve en güzel filmini izledim. Zira Pera ile ilk tanışmam 2000'li yılların başında olmuştu ve bu filmde de Türkiye'nin, İstanbul'un, Pera'nın, Beyoğlu'nun, Galata'nın son 15 yıldır maruz kaldığı tecavüz süreci o zamanlar henüz başlamamıştı. Diğer bir anlatımla, kitapta bahsedilen "Nerede o eski Pera..." ifadelerini ben bile bu kısacık hayatımda deneyimlemiştim. Çocukluğumdaki Pera ve Beyoğlu ile bugünkü durum arasında feci bir fark var. O nedenle eserde de sıkça sözü edilen mutenalaştırma ve beceriksizlik kavramları bakımından İstanbul'un bugünkü haline kısaca değinmek istemekteyim. İstanbul, kadim bir kent ve dünyada başka hiçbir kentin sahip olmadığı pek çok özelliğe sahip. Mesela bunların başında kendi insanı tarafından talan edilmesi geliyor! Sahi yahu, Budapeşte ya da Varşova, İstanbul'dan hangi açılardan üstün?

 -Benim bildiğim kadarıyla İstanbul kadar tarihleri yok. Ancak bu kentlere baktığımız zaman kaldırım taşlarının bile belli bir estetiğe sahip olduğunu görüyoruz. Bugün İstanbul'a baktığımız zamansa her yanı çimento ve inşaat kumu kokan, tarihi silüetlerinin ortasına çirkin gökdelenlerin dikildiği bir şehir görüyoruz. Her kentin kentsel dönüşüme ya da yeni yapılara ihtiyacı vardır, bunu reddedemeyiz. Ancak İstanbul'da koruma altına alınması gereken semtler bile bu inşaatlaşmadan nasibini alıyor. Pera ve Beyoğlu üzerinden gidelim. Ben 2000'li yılların başında gitmiştim İstanbul'a ilk kez. Babamla birlikte İstiklal Caddesi'ni boydan boya geçtiğimde yaşadığım coşkuyu hatırlıyorum da bugün bile hiçbir Avrupa şehri beni o kadar heyecanlandırmıyor. Şahane bir kalabalık, ılıman bir hava, ağaçlı upuzun bir yol... Dükkanlardan gelen ve birbirine karışan nefis müzikler... Tam bir karnaval hali vardı caddede. Aradan 15 yıl geçtikten sonra bugün İstiklal Caddesi'nden geçmek benim için kaçınılması gereken bir durum. Taksim'den, Tünel'den geçmek hem cesaret hem de çelik gibi bir sinir ve sabır istiyor. Türker'in eserini okurken kafamın içinde sürekli Cem Yılmaz'ın en güzel filmi Her Şey Çok Güzel Olacak canlandı. Çünkü bu film belki de İstanbul'un en keyifli olduğu bir zaman diliminde çekilmiş. Beyoğlu ve çevresi, yani İstanbul'un merkezinde hala şahane binalar duruyor, soysuz AVM'ler tarafından talan edilmemiş. İstiklal Caddesi'nde hala asfalt değil, Arnavut kaldırımları var ve caddede ağaçlar var! Velhasıl, Pera ve Beyoğlu'nun dünden bugüne dönüşümü ile benim şahsi Pera ve Beyoğlu'mun dönüşümü arasında büyük bir paralellik olduğunu görmek beni “üzdü.” Hoş, bu dönüşüm (geri dönüşüm değil, geriye dönüşüm!) sadece İstanbul'la sınırlı değil. Hatta sadece şehircilikle de sınırlı değil. Memleketçe şehircilikten sinemacılığa, edebiyatçılıktan akademisyenliğe dek geniş bir kapsamda bir kokuşma mevcut bugün.

Tabii ki bu şartlar altında dahi dik durup mücadele eden birçok onurlu insan var. Buna karşın onların da bu ülkeden umudunu kesip beyin göçü gerçekleştirmemesi için herhangi bir engel bulunmuyor. Yani diyeceğim şey, elindeki kıymetli bir nesneyi kaybeden ve kaybettikten sonra bile onun değerini algılayamayacak hale gelen, mankurtlaşmış bir toplum olup çıkıverdik. Belki modern ve fahiş derecede pahalı yeni yapılar üretilebilir ancak kendine has bir dokusu ve tarihi olan Pera, Beyoğlu, İstanbul gibi yerleri yeniden inşa edemezsiniz. Yazık ki ne yazık...

Türkçenin Sahipleri

Türkçeyi ayakta tutan isimlerin başında Haydar Ergülen gelir kanımca. Onun çok yönlü bir edebiyatçı olması nedeniyle şiirleri kadar düzyazıları da okumaya değer niteliktedir. Geçen hafta klasik “Dost” gezintilerimin birinde onun denemelerinden oluşan Düz Yazı-100 Yazı adlı eserini görüp hemen satın aldım. Eve doğru yola koyulurken kitaptan rastgele açtığım bir deneme ise uzun bir süredir zihnimi meşgul eden bir meseleye, zamansızlığa değiniyordu. Onun söyleyişiyle “zamansızlıktan şikayet etmeye zaman bulabilen” insanların olduğu bir çağda zamansızlık, boş zaman, serbest zaman gibi kavramları biraz eşelemek gerekiyor sanıyorum. Ben de Ergülen'in eserinden hareketle bu konu hakkındaki düşüncelerime bir çömlek ustasının kile şekil verişi gibi biraz şekil vermeye çalışacağım. Hızın hüküm sürdüğü bir çağın insanlarıyız bizler. Her şeyin hızla, parayla, karlılıkla ölçüldüğü bir sosyal ve ekonomik paradigmanın parçalarıyız. Bu nedenle yavaş kalan, tembellik hakkını kullanmaya çalışan, düzene alternatif sunmaya çalışan insanların marjinalize edilerek sistemde atıldığı bir düzen bu. Sistem kendini hız ve durmaksızın çalışma üzerine kurmuş durumda. Ancak dışarıdan biri olarak bu tasvire baktığımda ilk başta bir gariplik sezemiyorum. Hız mı? İyi ya, her şey daha hızlı. Üretim daha hızlı, ulaşım daha hızlı, iletişim daha hızlı. Ancak kazın ayağı bence hiç de öyle değil. Üretim hızlı. Üretimi makineler yapıyor. Ancak bu kez de insan emeğini özgürleştirmesini bekleyebileceğimiz makinelerin kölesi haline gelmiş durumdayız bence.

İletişim hızlandı ancak iletişim becerilerimiz, insanlararası iletişim ve muhabbet aynı oranda hızlanmadı. İşte burada sorun. Modernitenin getirdiği unsurlar, kağıt üzerine muazzam faydalara sahip. Bazıları gerçekten de hayatımızı çok kolay hale getirdi. Ancak büyük resme bakıldığında manzara hiç de öyle değil. Bunun en bariz örneğini de 365 gün içinde maksimum 20 günlük tatil hakkı olan mavi ve beyaz yakalılardan görebiliriz. Bir insan 20 günlük tatil için tüm yıl çalışır mı yahu? Yaptığımız işleri insanlardan 10 kat, 100 kat, 1000 kat daha hızlı ve verimli şekilde yapabilecek makineler geliştirilmesine rağmen yine de insanın emeği sömürülmeye devam ediyor. Genel manzara bu şekildeyken benim öneri sürdüğüm bir tez var. O da bu devranın bu şekilde sürdürülemeyeceği. Yani insan serbest zamanı, kendi öz gelişimine yönelik imkanları bulamayınca hiçbir alanda belli bir noktanın üstünde yenilik yapamaz. Sistem kendini bir sarmalın içine soktu ve dönüp dönüp aynı noktaya geliyor, vasat bir hızı aşamaz hale geliyor usulca. Bunu insan deneyimlerine aktarırsam şöyle bir örnek verebilirim. Eskiden günler geceler demeden ders çalışırdım. Başımı kitapların arasına gömer, kendimi dünyadan soyutlar, önümdeki yazılara dalardım. Fakat ne kadar çalışırsam çalışayım, bir süre sonra okuduklarımın kafamın içinde zerrece yer etmediğini fark ettim. Çok çalışıyordum ancak başlangıçtaki verimi sürdüremiyordum. Vasat bir hızla, bildiklerimi tekrar ediyor, yeni bilgileri kazıyamıyordum kafama. Ancak bu süreçte bazı günler kendimi kırlara, konserlere, açık havaya, sevdiğim şeyleri yapmaya verdiğimde; yani serbest zaman yaratıp kafamı biraz boşalttığımda ders çalışma verimliliğimin tekrar zirve yaptığını gördüm.

Buradan hareketle, zihinsel ve bedensel süreçlerde ara vermenin, serbest zaman gerekliliğinin ne kadar önemli olduğunu kavradım ve çalışma düzenimi yeniden şekillendirdim. Diyeceğim, halihazırda data sağanağı altında yaşayan insanlar olarak kafamızın içi gerekli ya da gereksiz binlerce şeyle doluyken kendimize serbest zaman yaratabilmenin önemini kavramamız şart. Aksi halde, kısır döngüye girer ve harcadığımız zamanın ve emeğin gerçek karşılığını alamayız.

Ankara Ankara Güzel Ankara

Funda Şenol Cantek'i özellikle Ankara'ya dair yaptığı araştırmalar ve çalışmalar nedeniyle oldukça severim, mümkün mertebe takip etmeye çalışırım. Pek çok disiplinden bir araya gelen dev bir yazar kadrosuyla ve Cantek'in editörlüğünde hazırlanan İcad Edilmiş Şehir: Ankara kitabı da Cantek'in başkentin tarihine, dününe, bugününe ve yarınına dair önemli bir kaynak eser. Yaşadığım kentin ara sokaklarını, dile getirilmeyen kıyı köşelerini bu kitap sayesinde öğrendim diyebilirim. Ankara, İstanbul'un şaşaası yanında sönük kalsa da yine de ideal bir yaşam sunan bir kent. Bu açıdan Ankara'nın hakkının yenildiğini zaman zaman düşünüyorum. Bu kitaptan edindiğim bilgiler ve izlenimler sayesinde düşün dünyamda beliren "Ankara'nın nesini seviyoruz, bu şehrin sevilecek nesi var?" sorularının cevabını vermeye çalışacağım yazımda. Ankara her şeyden evvel, cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı kent olmasıyla memleketimizdeki tüm şehirler arasından bir, hatta birkaç adım öne çıkıyor. Sırf bu nedenle, cumhuriyetin kalesi olması nedeniyle, sarı saçlı mavi gözlü o güzel insanın istirahat ettiği kent olmasıyla bile sevilir. Ancak bunlar şekilsel ve herkesin mutabık olmak zorunda olmadığı şeyler. Ankara'ya yaşam açısından, standartlar açısından bakarsak ben Ankara kadar yaşanası başka bir şehir göremiyorum Türkiye'de. İstanbul mu? İzmir mi? Cehennem sıcağı Antalya mı? İnsanı nemden mahveden Karadeniz mi? 

Hiçbir yer Ankara'nın iklimi, ulaşımı, standartları, aktiviteleri kadar ideal bir tablo çizmiyor gözümde. Fakat ben Ankara'nın en çok neyini severim biliyor musunuz? Yenişehir, Kavaklıdere, Ulus, Tunalı civarında dolaşırken cumhuriyetin ilk yıllarındaki o huzuru alırım hep. New York'un Manhattan'ında da dolaştım, Fransa'nın Monte Carlo'sunda da. Ancak hiçbir yerde Kavaklıdere'de duyduğum coşkuyu ve huzuru bulamadım. Zira Kavaklıdere'nin sokaklarına cumhuriyetin, bizim atalarımızın kendi elleriyle kurduğu bu yüce yönetim sisteminin kokusu sinmiş halde. Her sokaktan bir cumhuriyet hikayesi gibi çıkagelen eski Ankara apartmanları, ülkemizin aydınlık yüzünü temsil eden eski hanımefendiler ve beyefendiler, şu anda köklerine kibrit suyu dökülmüş olmasına rağmen yine de dimdik duran devlet kurumları... Ben yaşıtlarımdan biraz daha erken olgunlaşmam gerekçesiyle bu tür şeyleri görmekten, bu tür şeylerle etkileşime girmekten büyük haz duyarım. Bu yüzden Monte Carlo'dayken bile Ankara'yı özleyebilengillerdenim... Funda Şenol Cantek de eserinde buna benzer bir ruh halini kaleme almış kitapta kendine ayrılan bölümde. Onun da benim gibi şehre biraz romantik biraz melankolik birazcık da flanör gözüyle bakmasını öğrenmem beni epey mutlu etti. Beni ılık bir nisan gününde Tunus Caddesi'nden Libya Caddesi'ne değin koca bir hilal çizerek dolaşmak kadar tatmin eden başka bir şey bulamadım henüz. Eski apartmanlar, Esat'ın tombul kedileri, akasya kokan melankolik sokaklar ve kulağımda Pilli Bebek...

İşte hayat diye ben tam olarak buna derim! Görüldüğü üzere Cantek'in eseri her ne kadar şehir kültürü de dahil olmak üzere esas olarak cumhuriyetin ilk yıllarına değinse bile, eserde yer alan yazılar benim Ankara aşkımı depreştirdi. Şu an Ankara'da olmama rağmen Ankara'ya özlem duydum. “İnsan yanı başındaki kişiyi özleyebilir mi” gibi soruları çok ergence ve slogan olarak görürdüm, ancak ben artık yanımda olan kişileri, içinde bulunduğum kenti bile özleyebiliyorum. Fakat yine de bu kenti en iyi tanımlayan kişinin bu kara parçasını “şehir” haline getiren kişilerden biri olan sevgili Cemal Süreya olduğunu da eklemezsem yazım eksik, boynu bükük kalır. Ne diyordu Süreya: 

“Ankara Ankara Ey iyi kalpli üvey ana!”

Minik Şeyler

Yazarın, şairin ya da herhangi bir meslek erbabının kadını ya da erkeği olmaz, yetkini olur diye düşünürüm ben. İşini iyi yapan bir insanın cinsiyeti yahut cinsel yönelimi kimsesi ilgilendirmez. Keşke memleketemizde bu görüş daha da yaygınlaşsa diye içimden temenni etmekten başka bir yol da bilmiyorum. Tüm bunlara rağmen yine de bazen kadın yazarları okumak bana daha büyük keyif verir. Kadınların kelimeleri seçerken erkeklerden daha incelikli davranabildiklerini düşünürüm bazen. Tabii bu erkek yazarlar için de ziyadesiyle geçerlidir. Ancak yine de her ne olursa olsun, bazen kadın yazarları okumayı tercih ederim. Karşı cinsten bir kişinin ele aldığı konuyu hangi yönleriyle incelemeye çalıştığını merak ettiğimdendir tüm bunlar aslına bakarsanız. İşte yine bu saikle elime aldığım Yazı Bahçesinden adlı Füsun Akat kitabı beni hayal kırıklığına uğratmadı. Tam tersine son zamanlarda okuduğum ne zarif metinleri okumamı sağladı. Gündelik yaşama, şiire, edebiyata, kültüre; kısaca düşünce hayatına yönelik çok katmanlı denemelere yer verilen bu kitapta ise en çok gündelik yaşam, sokakta yürüyen sade bir vatandaş olmak gibi konuları ele alan denemeler ilgimi çekti ve bu konular hakkında yazarla karşılıklı söyleşirken buldum kendimi.

Kanaatimce sıradanlık kadar büyük bir lüks yok. Bakın, “cehalet erdemdir” gibi deli saçması bir şey demiyorum. Ben sıradanlığın, yolda giderken hiç kimsenin ilgisine, övgüsüne ya da sövgüsüne mazhar olmamanın büyük bir keyif olduğunu savunuyorum. Çünkü gündelik olan, sıradan olan, dikkat çekici olmayan bulunduğu koşulların tadını doyasıya çıkarabilir. Bazen ünlülerin sokakta özgürce yürümenin tadını özleyip özlemediklerini düşünüyorum. Sokakta yürüyen sade bir vatandaş olmanın ilk başta çekici hiçbir yanı yok tabii. Kulağa adı üzerinde “bayağı” geliyor. Fakat kentte yürüyüş yapmanın ben çok önemli bir şey olduğunu düşünenlerdenim. Kentin bulvarlarında özgürce yürümek, dilediğin yerde oturup bir çaykahve içmek, ilgini çeken dükkanın içine girip hiçbir şey satın alma şartı olmadan ürünleri incelemek, pasajlara girip her biri birbirinden farklı dükkanlardaki çalışmaları uzaktan izlemek, bir banka oturup güneşin kemiklere sirayet edişini duyumsamak ve gelip geçen, ne düşündüklerini, ne gibi hayalleri ya da hayal kırıklıkları olduğunu düşündüğün insanları izlemek. Bence yaşam tam olarak budur, ben buna hayat derim. Evet, belki hayata dair standartlarım, beklentilerim, çıtam düşük gibi görünebilir, ancak sıradanlığın tadını bir kere tatmaya görsün insan; şana, şöhrete, topluluk içinde tanınmaya ya da gösterilmeye mesafeyle yaklaşır hale gelir. Sıradanlığın tadına varan insan için zaman daha yavaş ve daha yoğun akar aynı zamanda. Bir defa yapılan eylemlerin tadına varılır.

Hız bağımlısı olan modern insan için bir şeyi tadını çıkara çıkara yapmak artık hayalden öte bir şey değildir. Ancak yine de benim gibi modern bir hayatta yaşamasına rağmen onu protesto ederek bir şeylerin tadına varmaya çalışan insanların varlığını gördüm diyebilirim Füsun Akat'ın yazılarını okurken. Okuma ve yazma eyleminin aceleye gelmediğini, ancak sıradan ve mütevazi bir hayat sürerek yazar olunabileceğini gördüm onun yazılarında. Sözlerimi sonlandırmadan önce ben de insanlara biraz yavaşlamalarını, sıradan şeylere taze bir bakış açısıyla bakmalarını ve ufak şeylerden keyif almaya çalışmalarını tavsiye edebilirim. Sıradan bir insan olarak yapabileceğimin en üstü budur zira. Ufak tefek şeylerde de bakış açısına bağlı olarak hayret uyandırıcı ve zevkli detaylar yakalanabilir. Hayat dediğimiz şey de sanıyorum ki bu mini ayrıntılarda saklı.

Amarıga'nın Oyunları

Çağın buluşu, internet. Çağın hastalığı, internet. Çağın mucizesi ve çağın çıkmazı internet. Biraz Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi kitabının girişi gibi oldu ama interneti çok iyi ifade ettiği bu tarzı seçtim. Çünkü çift yönlü, zararı kadar yararı, yararı kadar zararı olan buluş internet. Tek tıkla dünyayı ayağımıza seriyor, hiç gitmediğimiz ya da gidemeyeceğimiz yerleri görmemizi ve hakkında bilgi almamızı sağlıyor. Veya hiç bilmediğimiz bir yere gitmemizi sağlıyor. Bilgi çağı diye adlandırdığımı 21. Yüzyılda bilgiyi ekmek kadar su kadar kolay ve ulaşılır kılıyor. Öyle ki Norveç’te internet hakkı, temel insan hakları arasına alınıyor. Fakat internet gerçekten bu kadar muhteşem mi? Yazının girişinde vermeye çalıştığım ikilik tam olarak buydu zaten. Bu kadar iyi, bu kadar yaygın ve bu kadar verimli bir şey, her olguda olduğu gibi kendi içinde olumsuzluklarını da taşısa; dahası bu olumsuzluklar bizi ele geçirse ne olacak? Birleşik Amerikalı araştırmacı gazeteci Jamie Bartlett bu meseleyi incelemiş ve internetin kötü yanlarını ele alan bir kitap yazmış. “Bu dünya, son derece özgür ve karmaşık olduğu kadar, aynı zamanda tehlikeli ve rahatsız edici. Üstelik size düşündüğünüzden çok daha yakın” diyor Bartlett. Bir yandan Arap Baharına, Gezi Parkı’na, sosyal medyada ilik kanseri insanlar için ilik bulunmasını sağlarken, bir yandan da insanların istediği kimliğe bürünebilmesine ve bu sayede istediğini yapabilmesine olanak sağlıyor.

 Yani internet dediğimiz şey, Twitter, Facebook’tan, ekşisözlük’ten, Spotify’dan ibaret değil; hatta bu kısım sadece buz dağının görünen bölümü. İnternetin asıl kısmı “deep web” diye tabir edilen “derin internet”te yaşanıyor. Trollerden, uyuşturucu tacirlerine, hackerlardan porno yapımcılarına kadar pek çok kötülüğü bünyesinde barındırıyor. Sıradan vatandaşın “bunlardan bize ne, bunlar interneti çok iyi bilen bilgisayarcıların kendi aralarındaki siber savaştan ibaret” dediği şey gelip kendini vurabiliyor. Sadece sosyal medya hesaplarında paylaştıkları bilgilerin hiçbir zarar vermeyeceğini düşünen pek çok insan aslında kendini hackerlara teslim etmiş durumda. Veya uzaktaki ailesini görmek için Skype üzerinden görüntülü bağlantı yapan biri, herhangi kötü niyetli bir bilgisayar uzmanının kullanabileceği görüntülü kayıtlar bırakıyor. Daha da kötüsü, bilgisayarla hiç ilgisi olmasa da bilgisayarın önünden geçen birinin bile görüntüsü kayda alınabiliyor. Peki, bunlarla ne yapılabiliyor? Birleşik Devletler yapımı Black Mirror adında bir dizi işte bunları işliyor, izlemenizi tavsiye ederim. İnsanlığın hırslarını, yaratıcılığının sınırlarını düşününce korkmakta çok haklıyız. Çünkü gerçekten kullanmasını bilen biri bu bilgilerle sahte bir kimliğe bürünerek sizin yerinize bile geçebilir. Bu yazının konusu olan kitabın yazarı Bartlett ve Black Mirror senaristleri başta olmak üzere pek çok kişi internetin sanıldığı kadar da iyi niyetli ve olumlu bir yapı olmadığını düşünmeye başladı. Google’a yaptığımız her bir arama kayıt altına alındıktan sonra, ürkütücü derecede doğru tahminlerde bulunan akıllı telefonlara sahibiz artık. Sadece bu kadarı bile bizi korkutmaya yeterken, üst düzey bir kullanımda devletlerin bile başına neler gelebileceğini hayal etmek zor değil.

 Eskiden basit bir grip salgını on binleri öldürmeye yeterken, ilerleyen dönemlerde onun yerini verem hastalığı almıştı. Şimdilerde de kanserin çağımızın hastalığı olduğu söyleniyor ama bana kalırsa bu tamamen biyolojik bir yaklaşım. Dijital olarak baktığımızda internetin ne kadar yaygın bir kullanıma sahip olduğu düşünülürse kötüye kullanımda da bir salgın olması son derece muhtemel. Dijital yeraltı dünyasına ışık tutan Jamie Bartlett’ın bu kitabını mutlaka okumak ve internette daha tedbirli davranmak, daha emin adımlar atmak gerekiyor. Son dönemin yaygın korkusuyla ve biraz da şakayla karışık bitirmek gerekirse, “bunlar hep Amerika’nın oyunları olabilir”