Aklımda belli bir temaya sahip bir şekilde tam bu yazıyı ele almak üzere masama oturmuşken arkada kendi kendine hafif sesle çalışan televizyondan bir ses geldi. "Ünlü yazar Emrah Serbes, iki kişinin ölümüne sebep olduğu gerekçesiyle tutuklandı." Bir anda gözlerim büyüdü, kaşlarım çatıldı. Bir dönem idol gibi gördüğüm bir yazarın nasıl bir olaya karıştığını öğrenince feci halde şaşkınlık geçirdim. Emrah Serbes, alkollü olarak geçtiği direksiyon başında bir baba ve kızına çarpmış ve hayatlarını kaybetmelerine neden olmuş. Hem de suçu, arkadaşının üstlenmesine izin vermiş. Ancak aile, mobese ve hava yastığı raporlarını istedikten sonra, yani kazadan 6 gün sonra Emrah Serbes vicdanen rahatsızlık duyduğunu itiraf edip teslim oluyor. Eskilerin dediği gibi, buyrun cenaze namazına... Neresinde tutarsak elimizde kalıyor bu olay. Her yerinden samimiyetsizlik ve dram akıyor. Bu yüzden içimde bir şeylerin kopmuş olmasına aldırmadan bu yazıda vicdan meselesini ele almak istiyorum.
Nasıl geç tecelli eden adalet, adalet değilse; aynı şeyin vicdan açısından da söylenebileceğini düşünüyorum. Bu örnekte yazarın masum olmadığına dair bulguların ortaya çıkarılması emri üzerine vicdanına kulak vermesi neresinden bakılırsa bakılsın, aymazlıktan öte bir şey değildir. İnsanı insan yapan temel değerlerin başında vicdanın geldiğine sıkı sıkıya inanan biriyim ben. Yaptıklarımızın yanına kalmasına razı olmak bile insan onurun aykırı bir düşüncedir. Evet, ortada büyük bir vebalin olması, işlediğimiz suçtan kaçmak için geçerli bir bahane olamaz. Düşünelim: Ben kasıtlı olarak alkollü bir biçimde araç kullanıyorum, hız yapıyorum ve birbirinden renkli umutları olan iki insanın yaşam hakkını ve dahi bedenlerini çiğniyorum. Bir insanın böyle bir lekeyle yaşayabilmesi fikrini benim hafsalam almıyor. Sadece bu örnek değil, ülkemize ve hatta dünya geneline baktığımız zaman başta siyasiler olmak üzere insanların vicdan şuurunu kaybettiklerini gözlemliyorum ben. Kurunun yanında yaşın da yanmasını geçelim; yaşlar, yani suçsuz insanlara bile kötü muamele yapılmasının ardından hiçbir özür dilenmiyor. İnsanlar aylarca hapishanelerde suçsuz yere tutuluyor. Bırakalım, iki insanın canını, bir insanın özgürlüğünden iki gün bile mahrum bırakmanın vebalini kimse taşıyamamalı. Ancak durum hiç de öyle değil. Enselerimiz kalınlaştı. Hiçbir şey yüzümüzü kızartmıyor.
Bu tür bir manzara bile aslında ahlaken ne kadar büyük bir bataklıkta olduğumuzu gösterir halde. Yani savaş başlatmak, soykırım yapmak dünyanın en iğrenç suçları olmasına karşın bu tür gündelik hayata sirayet eden eylemler de ahvalimiz hakkında epey şey söylüyor sanki. Hatta günlük eylemlerimize ve düşüncelerimize sinen ve sorgulanma aşamasından geçmemiş fikirlerin bazen daha zehirli olabildiğini düşünüyorum. Yani söz gelimi, eşcinsellere neden düşmanlık beslediğini bilmeden bu kişilere karşı olan bir kişi, bana göre sözde çeşitli gerekçelerle bu insanlara karşı
olan birinden daha tehlikelidir. Eylemlerini özeleştiri süzgecinden geçirmemiş, belli bir hayat görüşü edinmemiş, kim ne derse oraya giden bir insanın daha büyük tehlikeler arz edebileceği kanısındayım.
Son olarak şunu eklemeden geçmeyeceğim. Ben ne kimsenin ahlak polisiyim ne de kimsenin ahlaki tercihlerimi sorgulamasına izin veririm. Ancak yapıp etmelerimiz sonucu çevremizdeki insanlara zarar veriyorsak, orada kendi vicdanımız sessiz kalsa bile kamu vicdanı zedelenir. Buna rağmen kamu vicdanı da bir kesim insanın elinde kuklaya dönmüşse orada bir orta oyunu vardır, karagöz oyunu var. Orada insan onurunu top gibi tepen insanların futbol müsabakası vardır. Onurumuzun top gibi tepilmesine razı olacak mıyız, yoksa sesimizi çıkarmaya başlayacak mıyız? Esas tartışılması gereken mesele bu olsa gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder