31 Mart 2021 Çarşamba

Sözün Özü

Yarış atı gibi yetiştirilen bir kuşak olduğumuzu düşünüyorum ben. Beşikten yetişkinliğe kadar olan süreçte sürekli bir şeyler ispatlama, sürekli bir yarışma halindeyiz. Kendi bildim bileli, birtakım sınavlara giriyor, bu sınavların sonucuna göre başarılı ya da başarısız oluyorum. Geleceğim bile bu ne idüğü belirsiz sınavların ucuna bağlı halde. Bu sınavların neden uygulandığı, bu sınavların neyi ölçmeyi amaçladığı hakkında hiçbir bilgilendirme olmadan kendimizi hipodromda silah sesini bekler halde buluyoruz. Diğer bir söyleyişle, hata kabul etmeyen bir ortam içinde yetişiyoruz. Hata yapmak, yanlış şeyler yapmak, başarısız olmak tolere edilemeyen şeyler. Hata yaparsak kötü çocuk, bize söylenenleri eksiksiz şekilde (papağan misali) tekrarlarsak da akıllı, uslu, başarılı, örnek çocuk oluyoruz. Lakin ben hata yapmak kadar öğretici ve eğitici bir başka eylem olduğunu sanmıyorum. Hatalardan ders alarak 11-12 yıllık eğitim-öğretim hayatından çok daha fazla ve yararlı şeyler öğrenebiliriz kanısındayım.

Hata yapmaktan bu kadar korkulmasını anlayabilmiş değilim. Şöyle bir dönüp yaşamıma bakıyorum da şu an gayet yetenekli olduğum konularda en akla hayale gelmeyecek hataları yaptım diyebilirim. Tabii bu şeyler benim kendi inisiyatifle öğrenmeye çalıştığım şeyler. Kod yazmak, Fransızca öğrenmek gibi kendi hür irademle başladığım bu girişimlerde akıl almaz hatalar yapmama karşın kimse beni eleştirmedi. Kimse bu hatalarım yüzünden beni yargılamadı, kimseden kırık not almadım, kimseden 'zılgıt' yemedim. Cesaretimin kırılmasına neden olabilecek bir senaryoyla karşılaşmadım. Bu nedenle klasik öğrenim hayatımızdaki gibi bir "metal yorgunluğu" yaşamadım. "Bunlar benim gerçek hayatta ne işime yarayacak?" diye sızlanmadım. Sonuç olarak kendi kişisel gelişimimden memnunum. Ancak buna karşın en azından üniversite öncesi eğitim hayatıma baktığım zaman amaçsızca kitaplar arasında kaybolmuş, dünyaya dair tecrübesi ve şahsi bir vizyondan yoksun bir genç insan görüyorum.

Ben bu açıdan eğitim sistemimizde düzeltilmesi epey uzun sürecek pek çok sorun görüyorum. Öğrencinin inisiyatif almasını reddeden bir anlayışla eğitim verilemez. Belki de eğitim hayatının en önemli unsuru, öğrencinin kendi başına da bir şeyler yapmasına destek vermek olmalıdır. Bizde ise bunun tamamıyla tersi uygulanıyor. "Eski köye yeni adet getirme." denen bir insan, nasıl günümüzün baş döndürücü hızla gelişen ve değişen dünyasına ayak uydurabilir? Eski köye yeni adet getirmemesi tembihlenen bir genç, nasıl Facebook benzeri bir platform yaratabilir? Böyle bir insan ancak kendinden önceki bilgi birikimini temcit pilavı gibi tekrar eden bir plak işlevi görür. Bilgi dünyasına yeni bir şey katamaz. Böyle olunca da yenilik, girişimcilik, üretim, teknoloji gibi alanlarda yerinde sayan bir toplum olur çıkarız. Hoş, şu anki manzara da tam bu tasvire uyuyor. Hata yapmasına müsaade edilmeyen bir insan, cesur hamleler yapamaz. Belli bir alan içinde döner durur. Bilineni tekrar eder. Yapılanı taklit eder. Bu da ortaya bir değer, orijinal bir ürün ya da hizmet çıkarmaz. Belki hata yapmaz bu kişiler, ama hiçbir yeniliğe de imza atamazlar.

Yani sözün özü, yara izi olmayan insanların hayata anlamlı katkılar yapabilmesini ben biraz zor görüyorum. Bırakın, düşelim. Bırakın, kirlenelim. Bırakın, toza toprağa bulanalım. Bırakın, geleneksel olandan farklı şeyler de üretebilelim. Pek çok yazarın, bilim insanının, sanatçının kendi zamanlarında hiç saygı görmemelerine karşın o kişilere bugün adeta peygambermiş gibi saygı gösterilmesinin ardında o insanların zamanında ezber bozan

şeyler üretebilmeleri ve saygı görmek için değil, kendilerini o şekilde ifade etmekten başka çarelerinin olmaması yatıyor.

30 Mart 2021 Salı

Vicdan Meselesi

Aklımda belli bir temaya sahip bir şekilde tam bu yazıyı ele almak üzere masama oturmuşken arkada kendi kendine hafif sesle çalışan televizyondan bir ses geldi. "Ünlü yazar Emrah Serbes, iki kişinin ölümüne sebep olduğu gerekçesiyle tutuklandı." Bir anda gözlerim büyüdü, kaşlarım çatıldı. Bir dönem idol gibi gördüğüm bir yazarın nasıl bir olaya karıştığını öğrenince feci halde şaşkınlık geçirdim. Emrah Serbes, alkollü olarak geçtiği direksiyon başında bir baba ve kızına çarpmış ve hayatlarını kaybetmelerine neden olmuş. Hem de suçu, arkadaşının üstlenmesine izin vermiş. Ancak aile, mobese ve hava yastığı raporlarını istedikten sonra, yani kazadan 6 gün sonra Emrah Serbes vicdanen rahatsızlık duyduğunu itiraf edip teslim oluyor. Eskilerin dediği gibi, buyrun cenaze namazına... Neresinde tutarsak elimizde kalıyor bu olay. Her yerinden samimiyetsizlik ve dram akıyor. Bu yüzden içimde bir şeylerin kopmuş olmasına aldırmadan bu yazıda vicdan meselesini ele almak istiyorum.

Nasıl geç tecelli eden adalet, adalet değilse; aynı şeyin vicdan açısından da söylenebileceğini düşünüyorum. Bu örnekte yazarın masum olmadığına dair bulguların ortaya çıkarılması emri üzerine vicdanına kulak vermesi neresinden bakılırsa bakılsın, aymazlıktan öte bir şey değildir. İnsanı insan yapan temel değerlerin başında vicdanın geldiğine sıkı sıkıya inanan biriyim ben. Yaptıklarımızın yanına kalmasına razı olmak bile insan onurun aykırı bir düşüncedir. Evet, ortada büyük bir vebalin olması, işlediğimiz suçtan kaçmak için geçerli bir bahane olamaz. Düşünelim: Ben kasıtlı olarak alkollü bir biçimde araç kullanıyorum, hız yapıyorum ve birbirinden renkli umutları olan iki insanın yaşam hakkını ve dahi bedenlerini çiğniyorum. Bir insanın böyle bir lekeyle yaşayabilmesi fikrini benim hafsalam almıyor. Sadece bu örnek değil, ülkemize ve hatta dünya geneline baktığımız zaman başta siyasiler olmak üzere insanların vicdan şuurunu kaybettiklerini gözlemliyorum ben. Kurunun yanında yaşın da yanmasını geçelim; yaşlar, yani suçsuz insanlara bile kötü muamele yapılmasının ardından hiçbir özür dilenmiyor. İnsanlar aylarca hapishanelerde suçsuz yere tutuluyor. Bırakalım, iki insanın canını, bir insanın özgürlüğünden iki gün bile mahrum bırakmanın vebalini kimse taşıyamamalı. Ancak durum hiç de öyle değil. Enselerimiz kalınlaştı. Hiçbir şey yüzümüzü kızartmıyor.

Bu tür bir manzara bile aslında ahlaken ne kadar büyük bir bataklıkta olduğumuzu gösterir halde. Yani savaş başlatmak, soykırım yapmak dünyanın en iğrenç suçları olmasına karşın bu tür gündelik hayata sirayet eden eylemler de ahvalimiz hakkında epey şey söylüyor sanki. Hatta günlük eylemlerimize ve düşüncelerimize sinen ve sorgulanma aşamasından geçmemiş fikirlerin bazen daha zehirli olabildiğini düşünüyorum. Yani söz gelimi, eşcinsellere neden düşmanlık beslediğini bilmeden bu kişilere karşı olan bir kişi, bana göre sözde çeşitli gerekçelerle bu insanlara karşı

olan birinden daha tehlikelidir. Eylemlerini özeleştiri süzgecinden geçirmemiş, belli bir hayat görüşü edinmemiş, kim ne derse oraya giden bir insanın daha büyük tehlikeler arz edebileceği kanısındayım.

Son olarak şunu eklemeden geçmeyeceğim. Ben ne kimsenin ahlak polisiyim ne de kimsenin ahlaki tercihlerimi sorgulamasına izin veririm. Ancak yapıp etmelerimiz sonucu çevremizdeki insanlara zarar veriyorsak, orada kendi vicdanımız sessiz kalsa bile kamu vicdanı zedelenir. Buna rağmen kamu vicdanı da bir kesim insanın elinde kuklaya dönmüşse orada bir orta oyunu vardır, karagöz oyunu var. Orada insan onurunu top gibi tepen insanların futbol müsabakası vardır. Onurumuzun top gibi tepilmesine razı olacak mıyız, yoksa sesimizi çıkarmaya başlayacak mıyız? Esas tartışılması gereken mesele bu olsa gerek.

Boogie'ye Dair


Son günlerde sanatsal olarak keşfetmekten en büyük mutluluk duyduğum isim Vladimir Milivojevich oldu. Daha ziyade Boogie ismiyle bilinen Sırp asıllı sokak fotoğrafçısı, çocukluk yıllarının kaotik Balkanlar'ından etkilendiği ve savaşla büyüdüğü için genelde suç ve uyuşturucu dünyasına yönelik çektiği fotoğraflarla biliniyor. Boogie'nin o meşhur fotoğraflarına daha önce de denk geliyordum, ancak onun Instagram hesabındaki diğer çalışmalarını görünce gerçekten çok etkilendim. Sokaktaki günlük hayatı, yere düşen bir külah dondurmayı, sıcaktan eriyen bir otomobil farını, parkta jimnastik yapan Rus çocuklarını ve daha birçok günlük olayı nefis bir biçimde fotoğraflıyor Boogie. Onun fotoğraflarına bakarken çok eğlendim ve aslında uzun zamandır aklımdaki çekmecelerden birinde öylece duran, ama açmaya çekindiğim, belki de üşendiğim bir düşünceyi soğan soyar gibi soymaya başladım. Hayatımızda büyük gelişmeler bekleyebiliriz, hayallerimizi gerçekleştirmek isteyebiliriz, ancak mutluluğu bekleyemeyiz. Mutluluk tam şu an, yanı başımızdadır. Sokakta top oynayan çocukları izleyebiliyor olmak, haziran gecesini andıran bir ekim akşamında balkona çıkıp Ay'ın parlaklığını ve geceye kattığı lacivert tonlarını doyasıya görebilmektir.

"Mutluluğu uzaklarda arama, çiçeğe böceğe bakıp mutlu ol." gibi sözlerin fazla romantik olduğunu, kişisel gelişim kitaplarındaki "gelişim" tavsiyelerinin palavra olduğunu düşünürüm. Şu an bile bu katı düşüncemi tam anlamıyla kırabilmiş değilim. Ancak mutluluk tanımımı ben son yıllarda daha gündelik şeylere göre yeniden düzenledim. Başka türlüsünün olmasına da imkan veremiyorum artık. Çok ama çok bilinmeyenli denklemdeki tüm unsurlar birbiriyle etkileşime girecek ve hayal etmekte dahi güçlük çektiğimiz şeyler gerçeğe dönüşecek ve biz de mutlu olacağız... Böyle bir dünya yok. Bu kadar hayalperest olmanın da alemi yok. Hayal kurmanın insanlığın temel taşlarından biri olduğunu, hatta insanın hayal kuran hayvan olduğunu söylesem abartmış olmam. Buna karşın hayallerimizde bile ihtiyat payı bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Biliyorum, hayal ve ihtiyat birbirinden ak ve kara kadar zıt iki kelime gibi görünebilir, ancak ulaşılabilir ve gerçekçi hayaller kurmanın önemini savunuyorum. İşte mutluluğa dair kurulan hayallerde de gerçekçilik payını elden bırakmanın son derece kolay olduğunu bildiğim için mutluluk ve hayal arasındaki ilişkiyi önemsiyorum. Mutluluğu kaf dağının ardından sokağa indirmek de bir insanın kendine yapabileceği en büyük iyiliklerden biri gibime geliyor. Sokağa biraz daha yaşam dolu gözlerle bakıp insanları, ağaçları, kedileri, gökyüzündeki bulutların şekillerini, cuma akşamı insanların yüzündeki hınzırlığı görünce mutlu olmak gerekiyor sanırım. Kendini kasmanın, büyük yüklerin altında ezilmenin, sonsuz bilinmeyenli bir denklemin çözülmesiyle gelecek ferahlığın bir anlamı yok. Diğer bir deyişle, mutluluğu göklerden yere indirmenin zamanı geldi... Tabii ki insanlara bu konuda vaaz verecek değilim ama ben kendi hayatım nazarında böyle düşünmeye başladım. Bendeki bu değişimden sonra daha pozitif, daha yapıcı, daha çözüm odaklı olduğumu da çevremden duymaya başladım. Hayal kalitemdeki artış hayat kaliteme de etki etti diyebilirim yani.

Boogie'nin fotoğraflarına bakarak insan ve yaşam hallerine tanıklık ederek daha iyi bir insan olduğumu söyleyebilirim. Fotoğraflara bakarak bir kişi daha iyi bir insan olabilir mi? Bu çok zor bir soru, yani kavramsal düzeyde çok tartışılan bir konu ama ben kendi deneyimlerin doğrultusunda bu soruya "Evet" diyebiliyorum. Fotoğraflara bakarak, o fotoğraftaki insanların yaşamlarını hayal ederek dahi mutlu olunabilir. Neye baktığın değil, nasıl baktığın önemli... Eğer bir parmak nereye dokunursa dokunsun acıyorsa tek bir ihtimal var gibi görünür: Vücut iflas etmiş... Peki ama sorunlu olan parmaksa? Ya beden sapasağlam olmasına rağmen sadece parmak kırıksa? Bu ihtimali düşünmek bile birçok şeyi değiştirebilir...

Boogie Instagram: https://www.instagram.com/boogiephotographer/